28 Temmuz 2012 Cumartesi



Her şeye uyacak soru kalıbını kullanıyorum ve bundan vazgeçemiyorum. "Neden?". "Neden beni seçmedi?" diye soruyorum kendime, "Neden beni önemsiz bir eşya gibi bırakıp gitti?", "Neden beni sevmedi?", "Neden başkalarının yanındayken beni çok severmiş gibi davranıp sonra yüzünü astı?", "Neden bana verdiği sözleri tutmadı?", "NEDEN?" her defasında değerimi kaybediyorum bunları düşündüğüm anlarda, yani sürekli... Gerçek olmama rağmen, kendimi acılarımla -sanki bir tutkalmış gibi- yapıştırmama rağmen eksiliyorum günden güne. Ne olursa olsun birleşmiyor parçalarım. Başkalarından alıyorum özelliklerimi artık, onlara benziyorum.  Onların gerçeklerini kendi gerçeklerim belliyorum. İnanıyorum çünkü gerçekliklerine, her zaman yapamıyorum ama bazılarına inanıyorum işte, sahtelik olmayan görüşleri alıp, harmanlayıp kendimi değiştiriyorum günden güne. "Kimse bana "sahte" demesin, sizden daha gerçeğim en azından" diyebiliyorum insanlara. Bazen değişemiyorum Sözde İrem oluyorum, sorular içinde boğuldukça başkalarına sığınıyorum. Bir gün gideceklerini bile bile, benim onlara muhtaç olduğum kadar onların bana muhtaç olmadığını bile bile... Sözde İrem bile olsam, her şeyden korksam bile yine acılara yürüyorum ve hayatımın yeni döneminde acılarımı kendim seçiyorum. Bazen izlediğim filmlerde, dizilerde olan karakterleri ben yapıyorum, onların özelliklerini alıyorum. Şule* oluyorum bazen mesela. Bakıldığında hayat dolu ve kendi ayakları üzerinde durabilen, gülen, insanlara akıl veren kız yani, derinine inince acılarıyla bütünleşmiş biri. Eksilmiş biri... Eksilmesi berbat şeyler yapmasına sebep olmuş biri. Onun cümlelerini döndürüyorum kafamda, onun hareketlerini getiriyorum gözlerimin önüne... Bazen Sözde İrem oluyorum. Herkese yıkılmaz havası veren, hiçbir sorunu yokmuş gibi sürekli gülen, güldüren... Bazen de gerçekten İrem oluyorum. Yıkıldığını saklamayan, günden güne batan, acılarıyla sevişen ve acıyı iliklerine kadar tadan, sahtelikten uzak kalan, bazı duygularını yitirmiş ve eksilmiş, her şeyi kabullenmiş... Bu gece "gerçek İrem'im" mesela. Sözde İrem'le kavga ettim. "NEDEN?" diye sordum hep ona cevap vermedi... Yıkılmaz gözüküyor ama o bir korkak, her şeyin daha berbat olacağından korkuyor, acılara yürüyor belki ama rollere sığınıyor, insanlara sığınıyor acılarını seçse de sahtelikle onlara ilerliyor. Konuşuyorum onunla, bir süre rahatlıyor ama yine korkuyor. Nasıl düzelteceğim onu bilemiyorum, bana katılmazsa gitmesi gerek ve ben onu nasıl göndereceğimi bilmiyorum. Her şey cevapsız milyonlarca sorumun kaynağına dayanıyor. Ne mi? "NEDEN?"

27 Temmuz 2012 Cuma

Bazen yüksek bir tepeye ulaşıyorum sanki, sonra bir adım daha atıyorum ve düşmeye başlıyorum. İyi geliyor ilkten, sonra sertçe çarpıyorum bir yere... Onu hissediyorum, acıyı. Beynimin her hücresiyle birleşiyor ve sevişmeye başlıyor önce beynimle sonra da tüm bedenimle. Zevk vermiyor, acıma acı ekliyor. Anlık değil üstelik hiçbiri... Başlangıç ve sonlar canlanıyor gözümün önünde, kulaklarımda "nasıl bu hale geldim?" soruları yankılanıyor. Bedenim uyuşuyor ve kaskatı kesiliyor acıdan, konuşamıyorum, bakamıyorum, baksam da göremiyorum. Acı beni ele geçiriyor... Nerede ve ne olduğumun önemi kalmıyor. Düşüncelerim kalıyor sadece, onlara yüklediğim anlamlar kalıyor. Acının verdiği etkiyle mi neyle bilemiyorum, olaylara inanılmaz anlamlar yüklüyorum. Bir adam diyor ya "Babamın öldüğü gün birine aşık olmuştum" diye, ben de babamın benim için öldüğü gün aşık olmuştum işte. O aşık olduğum anı hatırlıyorum mesela, sonra o adamın beni iyileştirdiğini hatırlıyorum, bir süre sonra beni öldürdüğünü hatırlıyorum gidişiyle... Arkasından ağladığımı hatırlıyorum, üzüldüğümü falan. O acı haliyle bunları düşünüyorum ilk sonra soruyorum kendime "o olmasa babanın ölümüne dayanabilir miydin?" diye, ağzımdan bir çırpıda "hayır" çıkıyor, kabulleniyorum olanları yavaşça, yıllardır yapamadığım şeyleri yapıyorum acılarıma sarılmak gibi, olaylara inanılmaz anlamlar yüklüyorum... Yaşamak için, yaşayabilmek için tanımı garip şeylere sarılıyorum, acılarıma sarıldığım gibi. Bir başka adamın dediği gibi "acılarımı kendim seçiyorum" anlamlarını da seçtiğim gibi. Şikayet etmiyorum acılarımdan ve anlamlarımdan, hatta kendimden... Şükrediyorum sadece sahtelikleri değil de gerçekleri yani acıları seçtiğim için, olaylara anlam yükleyip bir nebze de olsa yaşamak için sebep yarattığım için, şükrediyorum...

26 Temmuz 2012 Perşembe



"Ben çocukken o kadar sessiz ağlardım ki, bazen kendim bile fark etmezdim ağladığımı. Çoğu zaman gölgelere saklanırdım. İnsanların içine çıkınca da hep şirin, o başı okşanmak isteyen sevimli kız olurdum. Ben hep kendimi nasıl sevdirebileceğimi düşündüm, hiç kimsen yoksa kendini sevdirmek zorundasındır.

Babalarından şikâyet eden kızları can kulağıyla dinlerdim hep. Benim kavga edecek bir babam olmadı. Bana bağırıp çağıracak sonra da pişman olduğunda gelip ne diyeceğini bilemeyecek bir babam olmadı. Giydiklerime karışan bir babam olmadı. Okuduğum kitapları, seyrettiğim filmleri, dinlediğim müzikleri gizlice kontrol eden bir babam olmadı. Eve beş dakika geç kaldığımda başıma bir iş gelmiş olabileceğini düşünen bir babam olmadı. Erkek arkadaşım olduğunu öğrendiğinde dünyası yıkılan bir babam olmadı. Çevremin beni kötü yola düşürmeye çalışan adamlarla dolu olduğunu düşünen bir babam olmadı.

 Bütün kızların vardı, kavgalı olduğu bir babası ve hepsi bütün o kavgalardan sonra dönüp dolaşıp yine barışmışlardı babalarıyla. Birbirlerini anlamış, her şeyi affetmiş, eski günlere dönmüşlerdi. Çünkü bir kızın kalbi her zaman babasına aitti, babanın kalbi de kızına. Benim hiç kalbim olmadı..."

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Kimi kaybetmekten korktuysam gitti. Sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi devam etti hayatına hep karşımdaki kişi. Eminim hatırlıyordur yaşananları, gereksiz bir detay bile insan hayatında çok yer edici. Ben mi? Ben de devam ettim hayatıma, ruhumdaki izlerle birlikte. Her korktuğum katilim oldu, gidişiyle öldürdü beni. "Giderse gitsin" derler ya öyle değil işte, öyle olmuyor. En güçlü gözüken bile bir gidişle darmaduman oluyor. Ama kimse kabullenmiyor bunu, kabullenmiyor yaralarını, acılarını, izlerini... Dudaklarında olan saçma sapan sözlerle ve saçma bir gülümsemeyle konuşuyor "Giderse gitsin ya, kendi bilir." Yalanlar, avutma çabaları... Çoğu insan için "Hayat" bundan ibaret değil mi? Koca bir saçmalık ve yalanlar, işte sana "hayat" . Tam karşında, çıplak değil ama tam tersine sahtelikle kaplanmış... Gerçek olan "hayat" bu değil aslında. Bağıra çağıra ağladığın, gerçeklere sarıldığın, acıyı iliklerine kadar hissettiğinde yaşıyorsun aslında sen hayatı, hayat senin tuzlu göz yaşında aslında. İşte bak, şimdi hayat tam çıplaklığıyla karşında... Farkına varmak zor değil, izler açık seçik. Göz yaşını akıtmaktan neden korkuyorsun ki? Bırak aksın... İçindekini kusmanın en güzel yolu değil midir ağlamak? Birinin ardından üzülmek, ağlamak kimseyi küçük düşürmez. Saçma şeyler için bile ağlayabilmeli insan, acıyı hissetmeli. O zamanlarda anlar yaşadığını, boş olmadığını. Nereden mi çıkardım? Kendimden biliyorum... "Umursamıyorum, giderse gitsin çok da umurumda" tavırları küçültür insanı. Bak, bunu da kendimden biliyorum. Her zaman dürüst değildim hayatımda, bir süredir bu kadar ve hiç olmadığım kadar içtenim. Aynanın karşısına geçiyorum bazen, konuşuyorum kendimle. Hayır, hayır deli değilim. Yani o kadar akıllı değilim, anla işte. Konuşuyorum, konuşuyorum, konuşuyorum... Bazen ne konuştuğumu anlayamıyorum, sadece konuşmuş oluyorum. Yalnızlığımla alay edercesine konuşuyorum. Beni dinleyecek olan ben var işte. İzleri olan, terk edilen, acıyı yaşayan ben. İnsanın kendisiyle konuşması güzel. Sen denedin mi hiç? Dene bence. Gerçekleri biraz saçma bir dille anlattım değil mi? Olsun, böyle de iyi.

Her neyse...

Ben hep terk edildim, ediliyorum, edilmeye de devam edeceğim. "Giderse gitsin" demek adetim değil üzgünüm, sahteleşmeyeceğim. İliklerime işleyen acı sebebiyle gelen gözyaşımı seviyorum ben, hep de seveceğim... Benim dünyam gerçek, hayatım acı, kaybetmekten korktuğum ama gidenler katilim. Ruhumda çokça izlere sahibim, geçen ama izi kalan yaralarımın yerlerini ezberledim. Ne zaman bir parça güvende hissetsem, saçmalık olduğunu unutsam tepetaklak olacağımın bilincindeyim. Böyleyim ben ve bunu kendim seçtim. Gerçek başlangıcım, acı devam eden sürecim belki de bitişim...

24 Temmuz 2012 Salı

Yağmur yağıyordu, evindeydi. Müzik yerine yağmur damlalarının ahengini dinliyordu bugün. Sigarası dudaklarındaydı her zaman olduğu gibi, birası da tam yanında. Her dumanı içine çektiğinde içindeki sıkıntı daha da artıyordu. Bir yere bakıp oraya kitleniyor ve öylece kalıyordu. Beyni o kadar doluydu ki düşünemiyordu. Acıların ve gerçeklerin tam ortasında yer alan bir adamdı... Ama artık hiçbir şeyi fark edemediğini hissediyordu. Kaçmak istiyordu her şeyden, herkesten, hatta kendinden. Acılarını seven, onları kabullenen adam artık kaçmak istiyordu. Hiçbir şeye anlam yükleyemiyordu çünkü, yalanlara tahammül edemiyordu. Toparlanıp yıkılmaktan, dibe batmaktan yorulmuştu. Arıyordu dayanmak için birini yada bir şeyi ama bulamıyordu. Aramaktan yorulmuştu... Bir yandan da biri gelsin istiyordu, biri gelsin ve çıkarsın onu bu yerden, belki o zaman yalanlara bile katlanabileceğini düşünüyordu ama kimseye söyleyemiyordu. -Şş! Duymasın bu aramızda sır.- Sonra "Biri bana nasıl katlanır ki?" diyordu kendine. Kendi kendine konuşuyordu çoğunlukla ayna karşısında, yine geçti ve baktı aynaya, gördüğü sanki kendi değildi. Konuşmaya başladı; "Beynim birbirine yapışmış çamur parçacıkları gibi. Oysa ki kum gibi olsun istiyorum.Birlikte ama bir o kadar serbest, rahat... Düşünmeme engel oluyor bir şeyler, kontrolü kaybediyor ve gittikçe yiyorlar sanki beynimi, cesetlerin üzerine konan böcekler gibi hiç durmadan ve zevkle." dedi. Bakışları öyle derindi ki... Tekrar baktı kendine, gördüğü gerçekten kendisi miydi? "Ölüyüm ben." diyordu. "Canlı taklidi yapan bir ölü. Aslında hepimiz ölüyüz ama çoğumuz farkında değil." diyordu. Yine gerçeklere sarılmaya çalışıyordu. Ama olmuyordu, düşüyordu kolları... Kendini saramıyordu, yetmiyordu kendine, yetmiyordu hayata. Yok olduğunu hissediyordu içten içe. Saçmalıklar silsilesi içinde savrulup yok olduğunu hissediyordu. Kitlendi yine bir yere, saatler 00:00'ı gösterdiğinde adam 1 yaş daha yaklaşmıştı ölüme. Mum üflemek yerine sigarasını yakmayı tercih etti, içinde kimseye söyleyemediği dilekleriyle 1 yaş daha ilerledi...

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Yıllarca sevdiği de, katili de aynı olur mu bir insanın?
Hasret gözyaşları döktüğü insanla,
Nefret gözyaşları döktüğü insan aynı olur mu hiç?
Olmamalı...
1+1=1 eder mi hiç?
Hayat matematiğin kurallarını mı değiştirdi?
Herkes bambaşka yerlerde...
Sanki hiç olmaması gerektiği gibi bir düzende.
Yıllarca unutmaya çalıştığı lanet anıların sebebi ile,
Yıllarca izini sürdüğü şey aynı olur mu hiç insanın?
Olmamalı, olmasın...
Adalet olsun, her şey yerli yerinde olsun,
Saçmalıklar olmasın.
Dünya bu kadar lanet ve çekilmez olmasın...
Bir insanı hayata bağlayan en büyük şey ile
Hayatını sonlandırmasına sebep olabilecek şey aynı olmasın.
"Gelse toparlanacağım" diye düşündüğü şey ile
Onu en derin kuyulara atan şey aynı olmasın...
1+1=1 olmasın...
2 eder hep, öyle öğrendik biz.
Nasıl 1 ediyor şimdi?
Dünya buna nasıl müsaade ediyor?
Adalet olsun, matematiğin kuralları aynı olsun...
1+1=1 eder mi hiç?
Etmesin...
Lütfen, etmesin...

Siyah...

Canlı taklidi yapmaktan sıkıldım. Sadece uyuduğum anlarda rahatım -kabusların uğramadığı anlarda-. Nefes alıyorum, konuşuyorum, gülüyorum, ağlıyorum, uyuyorum, uyanmak istemesem de uyanıyorum, yiyorum - içiyorum... Sadece ağladığım ve uyuduğum anlarda "hayatı" yaşıyorum. Onun dışında olanların hepsi sahtelik, büyük bir boşluk. O anlarda korkuyorum yalnız, "yaşadığımı hissettiğim" için korkabiliyorum. Ölüler korkmaz ki... Bu aralar kendimde çözemediğim bir şeyler var, çoğu zaman yaşadığımı hissedemediğim gibi bazen acılarımı da hissedemiyorum. Oysa en çok hissetmeyi istediğim şeyler onlar. Yaşadığıma inanmak için kanıtım, taklitten ötesini yaptığıma en büyük kanıt acılarım. Beni terk etsinler istemiyorum, onları unutmak istemiyorum. Yaram geçse de yerini bileyim istiyorum. Çoğu şeyi anlayabilmemi sağlayan onlar çünkü, gerçekleri beraberinde getiren onlar. Hayatın Beyaz-Gri-Siyah üçgeninde değil de sadece siyah olduğunu anlayabildiğim anlar. Gri yok anlasanıza. Gri sizin hissizliğiniz. Beyazsa ne kadar koruyabilir kendini? Elbet kirlenecek, siyah onu ele geçirecek... Tek gerçek var "Siyah". İliklerime işleyen, beynimi dolduran, beynimdeki hücreleri kemiren siyah... Beni boğan, öldüren, yeniden doğuran ve terk etmeyen siyah... Benim "hayatı yaşamak"tan anladığım tek şey siyah. Siyah bizim acılarımız, korkularımız, gerçeklerimiz. İnkar edemeyeceğimiz tek şey; siyah. Küçük bir çocuğun babası tarafından terk edilmesi gibi siyah, kaybetmeyi simgeliyor her zaman, gerçekleri temsil ediyor. Görememize rağmen hissettiğimiz şey siyah, içimizdeki kötü his... Korkma siyahtan, beyazdan kork ama siyahtan asla. Siyahtan ötesi sadece ölüm, "beyazın sonu siyah, ne olacak işte" deme tüm bedenin sarılacak ve dibe çekileceksin beyazdan koparılmaya başladığın an, her şey birden kaybolacak, doğru bildiklerin yanlış çıkacak, yaşadığına inanıyorsun ya işte o zaman anlayacaksın nefes alan bir ölü olduğunu. Gerçeklerin tadına o zaman bakabileceksin... Siyaha kötü deme, ölü olduğunu kabullenmiş ve her şeyini kaybetmiş biri olacaksın sadece. Acıların olacak yanında, beynini dolduran bir siyahla birlikte. "Zaten canlı taklidi yapmaya çalışan bir ölüyüm, tek eksiğim o sonsuz uyku" diyebileceksin siyahın içinde. Siyah seni büyütecek ve asla terk etmeyecek o andan itibaren, daha fazla kirlenmeyecek. Sen, siyah ve siyahsa sen olacak... Benimle siyahta yaşamaya var mısın?

18 Temmuz 2012 Çarşamba



Hastaydı kadın, ölmeyi bekliyordu. Yatağının kenarında oturan sevgilisi tatsızdı, kabullenemiyordu biricik sevgilisinin hastalığını. Konuşmaya başladı kadın;

"Hepimiz öleceğiz işte, zamanı belli değil ama öleceğiz. Hiç ummadığımız bir anda olacak, hiç ummadığımız bir şekilde... Hani aşk için diyoruz ya çoğu zaman "hiç ummadığım zamanda geldi" diye işte ölümde öyle olacak. Ne olacağını anlamadan gideceğiz... Korkularımız, hayallerimiz, sevenlerimiz olmayacak yanımızda, tek başımıza ölmeliyiz. Ben yapacağım bunu, vaktim dolmuş ne yapalım? Uzun bir uykuya geçecek bedenim, ruhum çok şey beklerken... Ruhum senin yanında olacak hep, bedenim için sadece her şey bitecek diyorum, duymuyor musun? Belki 1 saat sonra öleceğim. Neden şimdi gözlerimin içine bakmaktan korkuyorsun? Tutsana ellerimden... Bak her pişmanlığı telafi edebiliriz ama bunu yapamayız. Lütfen bana bak ve gülümse, beynim bu anımın da fotoğrafını çeksin, hayat gözlerimin önünden film şeridi gibi akarsa o gülümsemene kitlenmek istiyorum. Her şeye rağmen inatla gülümseyen o yüzüne. Seni seviyorum."

Ne diyeceğini bilemedi adam sevdiği kadın bunları söylerken. O sımsıcak teninin buz gibi olacak olmasını, bir daha kahkahalarını duyamayacak olmasını, gözlerine bakıp dalamayacak olmasını kabullenemiyordu. "Neden o gitmek zorundaydı? Neden o? O kadar kötü insan varken neden o ölmek zorunda?" diye kendini yiyordu içten içe. "İyiler her zaman erken ölür" klişesi geldi aklına. Sevgilisinin elini tuttu ve baktı ona tüm sıcaklığıyla. Bir şeyler demesi gerekirken dudakları kilitlenmişti resmen. Yalandan gülümsemeye çalıştı başaramadı, gözlerinden iki damla yaş süzüldü yanaklarına. Elleriyle sildi kadın adamın gözyaşlarını ve tekrar konuşmaya başladı;

"Bak kızıyorum ama şimdi. Tüm gün ağlaşıp durmak istemiyorum. Son anlarım bunlar, bunun farkındayım ve korkmuyorum. Sen benden sonra da devam edeceksin, etmelisin. Beni unut demek değil bu bensiz de yaşa, anın tadını çıkar demek. Güçlü ol şimdi, her şeyi unutalım ve çıkalım şu hastahane odasından. Beni lunaparka götürecektin unuttun mu? Kaytaracağını sanıyorsan yanılıyorsun!"

Adam hayretle bakıyordu kadına; ölecekti ama hayat doluydu, her şeyi bırakıp gitmek zorundaydı ama her şeye sarılıyordu. Mutlu olmaya çalışıyordu tüm umutsuzluğa rağmen. Zorda olsa kabul etti adam, gidip doktordan izin aldı. Odaya girdiğinde ise tekrar hayrete düşmüştü. Saçları döküldüğünden beri hiç peruk takmamıştı sevgilisi, şimdi ise başında peruk ve üzerinde o nefret ettiği ama adamın sevdiği elbise vardı. Yüzünde ise ölüme meydan okuyan o gülümsemesi... Ağrılarını belli etmiyordu kadın son anlarının tadını çıkarmaya çalışıyordu sadece, sarıldılar sevgilisiyle birbirlerine. Lunaparka gelene kadar hiç konuşmadılar. Elleri birbirine kenetlenmiş, gözleri ise martılardaydı. Arabadan indiler ve ilk durakları dönme dolap oldu... Çocukluğuna dönmüş gibiydi kadın, ağrılarını unutmuş etrafa neşe saçıyordu. Adam sadece izlemekle yetiniyordu olanları. Böylesine hayat dolu bir insanın gidişini kabullenemiyordu işte. "Ölüşünü" diyemiyordu. Ölüm ona yakışamayacak kadar kötü bir kavramdı. Gidiş diyordu onun için. Bir gün ben de gideceğim yanına diyordu. Yalnız kalmayacak... Bindiler dönme dolaba, adamın ricasıyla en tepeye geldiği an duracaktı dönme dolap. Kadın başını adamın omzuna yasladı...

En tepeye geldiklerinde adam peruğundan öptü sevgilisini, duygularını kolayca ifade edebilen biri değildi deminden beri söyleyemedikleri dökülmeye başladı dudaklarından; "Seninle geçirdiğim hiçbir anı unutmayacağım, ne olursa olsun. Lütfen beni alıştırmaya çalışma gidişine, alışamam. Sen benim çocukluğumsun, gençliğimsin sen olmadan dayanabileceğimi düşünmüyorum. Benim tek ailem, tek aşkım, tek arkadaşım, tek kardeşim, tek dostum sensin. Bencillik olarak algılama dediklerimi, biliyorsun beni işte. Her şeyim sensin... Sen gitmek için çok iyisin. Gitmemen için her şeyi feda edebilirdim. Seninle gelebilmek için her şeyi feda edebilirdim, hemen yanına gelsem affetmezsin beni değil mi? Daha önce böyle demiştin, zamanını beklemek istemiyorum ben. Ne olur geleyim ben de seninle. Şimdi olduğu gibi bulutlara yakın oluruz yine. Martılar kadar özgür oluruz. Seni seviyorum..."


Kadın "sakın yapma, sen yaşamalısın. Seni seviyorum" dedi ve güçsüzleşti birden adamın elini tutan o ince eli. Bir daha adamın söylediklerine cevap veremedi... Gitmişti, lunaparkta, dönme dolapta, bulutlara en yakın yerde gitmişti. Bitmişti bedeni için hayatı, ruhu çok şey beklerken. Giderken gülümsemişti, gülüşü ölüme inattı sanki...



... But the strength I always loved you
Finally gave way...
Somehow i knew you would leave me this way
Somehow I knew you could never stay
And in the early morning light
After a silent peaceful night
You took my heart away
In my dreams i can see you
I can tell you how I feel
In my dreams i hold you
It's feel so real...
And still feel the pain
I still your love
I stil feel the pain
I still feel your love
Somehow i knew you could never, never stay
Somehow i know you will leave me...

17 Temmuz 2012 Salı

Ya ben her şeyi çok önemsiyorum ya da her şey önemsiz... Ya ben çok nefret doluydum ya da diğer insanlar sevgi... Sanki bir denge yok, orta yok. En azından benim dünyamda... Saçma sapan kahkahalar, saçma sapan sevgi sözcükleri, saçma sapan dertler, saçma sapan yalanlar var. Ve şuan yazdığım gibi saçma sapan yazılarım. Değişmiyor hiçbir şey, değişmeyecek. Çünkü bazıları eğmiş başını önüne kaldırıp bakmıyor. Bazıları at gözlüğü takmış, baksa da görmüyor. Kaldırdım başımı ben, çıkardım gözlüklerimi. Gördüklerim hoş değil belki, ama gerçek... Her şey o kadar tuhaf ki... Tuhaf olduğu kadar komik, komik olduğu kadar acı, acı olduğu kadar gerçek... Acı zaten gerçek. Boşuna dememişler "gerçekler acıdır" diye. Saçma sapan şakalara alet edilen o söz "gerçek". 1.5 aydır o kadar değiştim ki bazen ben bile inanamıyorum kendime ve düşüncelerime. Berbat bir başlangıçla yürümeye başladım ve bir sona yürüyorum, onun da berbat olması muhtemel. Ama korkmuyorum. Yanlışlar yapa yapa, acılara baka baka, saçma sapan kahkahalardan uzaklaşarak gidiyorum ve tek başına... Gözlüklerim arkada, başım dik yürüyorum. Bazen söylediklerim saçma geliyor insanlara, delirdiğimi düşünüyorlar. Delirmiyorum ki... Sadece uzaklaşıyorum saçmalıklardan, siz yalanlarla yaşamayı seçiyorsanız ben ne yapabilirim ki? Anladığıma yada hissettiğime dair rol yapmayı bıraktıysam, içimden geldiği gibi davrandıysam, bomboş bir şeye gülmediysem ve bunların yerine gerçekleri tercih ettiysem deli mi sayılıyorum ben şimdi? Eğer böyle düşünüyorsanız üzülürüm. Ben deli değilim ve deli olmak da istemiyorum çünkü. O kadar akıllı, korkusuz ve farkına varılmayan şeylerin farkında olmayı kim ister ki? Hepiniz öyle tatlı bir uykudasınız ki... Şş, sessiz olun, kimseyi gerçeklere ve deliliğe uyandırmayın. Ben gerçeklere uyandım, siz biraz daha uyuyun burası "acı"...

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Değerimi mi kaybediyorum yoksa hep mi değersiz biriydim bilemiyorum. Kendimi çok yüksekten düşüyor gibi hissediyorum. Sanki sığınağım işgal edilmiş, her şeyim yağmalanmış ve beni yüksek bir tepeden atmışlar gibi... Gözümün önünden geçiyor her şey düşerken. "Nasıl böyle oldu?" sorularına bir cevap bulamıyorum çoğu zaman ama "nasıl böyle oldum?" sorularına hep cevaplarım ve bahanelerim var. Düşüyorum... Bu düşüşün sonunda ölecek miyim yoksa daha önceleri olduğu gibi yerden küçük sıyrıklarla kalkabilecek miyim bilemiyorum. Yaralarımı saracak kimse yok... Gözümün önünden sadece kötü anlar geçiyor. Tek gerçek onlar olduğundan, hiç "gerçekten" gülmediğim için belki de. Kim olduğumu, hislerimi daha çok sorguluyorum düşerken. Düştüğüm an eğer ölürsem gözlerim açık gitmeyeyim diye gerçeklere yani acılarıma sarılıyorum. Başka hiçbir şeyim yokmuş gibi... Çünkü tüm o sahte duygulardan, büyük yalanlardan ve rol yaptığım bütün anlardan sıyrılıyorum... Düşmek kötü belki, hem de yükseklerden... Ama arınıyorum işte şuan, her zamankinden daha gerçeğim ben ve daha çok hissediyorum. Düşüşümün ne getireceğini bilmeden "yaşıyorum" bu düşüşü. Gerçekten "yaşıyorum" diyorum. Yaşıyorum şuan, birçok insandan daha fazla hem de... Daha çok canım yanıyor gerçekleri gördükçe ama şikayet etmiyorum canımın acımasından, iliklerime kadar işlemesinden. Yanlışlarıma ve acılarıma sarılıyorum... Canım acıdıkça daha önce görmezden geldiğim her şeyi daha net görüyorum. Bak, böyle devam ederse birazdan ya tam gerçeklerin ortasına düşüp öleceğim yada bir gerçek daha öğreneceğim...
Herkesin dudaklarında saçma bir söz "anladım, anlıyorum seni." Zerre kadar anlamadığın birine sırf o an konuyu geçiştirmek adına yada iyi hissetmesi sağlamak adına söylenen koca bir yalan, koca bir saçmalık... Kendimizi bile çoğu zaman anlamazken nasıl oluyor da karşımızdakine bunu söyleriz ki? Nasıl olur da onun duygularını, gerçeklerini yükleniriz? Anlamak bu mu yani, saçma sapan bir sözden ibaret mi? Saçmayız, hatta saçmalığın danikasıyız... "Anlıyorum" 4 hece, 9 harf... Gerçeklik payının yüzdesi harf sayısına bile eşit değil. En basit örnekle bu kadar sahteyiz işte. Bu kadar yalancıyız, hatta bu kadar benciliz kaçıyoruz çünkü anlamamak için direniyoruz... Kendimizi düşünüyoruz... Ha birine "seni anlıyorum" demişsin, ha bir turiste Türkçe bir şeyler söylemişsin ikisi denk benim için. Her "anladım" ve "anlıyorum"u duyduğum an biliyorum anlaşılmadığımı ve anlaşılmayacağımı. Beni "anlıyor musunuz?" Ben kendimi anlamıyorum çoğu zaman. Yalanları bıraktım. Siz de bıraksanız?

12 Temmuz 2012 Perşembe



Önce birbirine sımsıkı sarılmış olan bedenleri ayrıldı birbirinden, sonra elleri... İkisinin de eli birbirlerinin yanaklarına gitti, ayrılık yaşını silmek için. Neden diyordu ikisi de. "Neden?!" Neden şimdi adam sevgilisini bırakıp gidecekti o gemiyle? Neden kadın adamı bir daha göremeyecekmiş gibi korkuyordu? Neden?.. Her şey bir soruya dayanıyordu. Cevapları saçma olan soruya... Konuşmuyorlardı hiç, konuşamıyorlardı... Konuşmaya da ihtiyaçları yoktu pek. Gözleri ve gözlerinden akan yaşları, titreyen elleri, vücutları anlatıyordu her şeyi. Korkularını, özlemi, şimdiden onları tepeden tırnağa sarmış yalnızlığı... Adam o gemiye binecek ve sanki her şey bitecekti. Yaşanan her şey bir masal tadında rüyalarına girecekti... Sanki o an rıhtımda iki beden, ağrıyan iki kalp ve çokça yalnızlık vardı...

"Gitme" dedi kadın gözlerinden akan yaşlar eşliğinde, "Gitme kal benimle. Gidersen dönmezsin bir daha, dönemezsin. Yalvarırım gitme illa gidilecekse beraber gidelim ama sen ne olur yalnız gitme." Boğazındaki düğümler bir kat daha arttı ve sustu yine. Gözyaşları devam etti anlatmaya. Unutulmaktan korkuyordu kadın, yerini başkalarının almasından korkuyordu. Çaresizdi... Gitmek zorundaydı adam, o da istemiyordu gitmeyi ama başka çaresi yoktu. Herkes hayat denen şeyde yaprak gibi savruluyordu şimdi adamın da savrulması gerekiyordu. Nasıl karşı gelebilirdi hayata, rüzgara? Çalışmak için gidiyordu geminin götüreceği o uzak diyara... Tutunamamıştı bulundukları şehirde bir işe, tek yol gitmekti. Gidecekti, iş bulacaktı biraz çalışıp küçük bir ev tutacaktı, bahçeli... Hep hayal ettikleri gibi yapacaktı her şeyi; bahçede hanımeli, mor salkımlar, renk renk güller olacaktı belki bir de 1-2 meyve ağacı.. Her gece o çiçekler arasında yatıp yıldızlara bakacaklardı... Evi tutup, bahçeyi de hazırladıktan sonra alacaktı yanına sevdiğini ve aralarına ölüm girene kadar bırakmayacaktı... Bunlar için gidiyordu adam, bunlar için gitmeliydi. Hayallerini hatırlattı sevdiğine, sevdiğinin içindeki yangın sönsün diye... Kendi içindeki yangını söndüremeyecekti ama sevdiği rahat etsin istemişti. Her şey onun için değil miydi? "Ağlama artık" dedi. Çocukluğundan beri boynunda taşıdığı kolyeyi çıkardı adam, kadının ince boynuna taktı. "Sakın çıkarma bunu ben seni almaya gelene kadar. Hep beni hissedeceksin bununla. Ona baktıkça beni hatırla, düşlerimizi, martıları seyredişimizi hatırla. Seni sevdiğimi, ölene kadar seveceğimi hatırla... Geleceğim ben. Alacağım seni yine kollarıma." dedi ve öptü kadını, büyük bir tutkuyla... Gemiye binme vakti gelmişti. Yeni ufuklara açılmanın, sevdiğini geride bırakmanın ve hayallere yaklaşmanın vaktiydi bu... "Söz veriyorum" dedi adam ve ekledi "Döneceğim ve seni alacağım yanıma... Seni seviyorum." Sarıldılar, son kez... Ve bindi adam gemiye kadının kalbiyle...

Kadın gözlerinde yaşlarla el salladı bir süre giden sevgilisinin ardından. Uzun bir süre baktı geminin arkasından, sonra gözyaşlarını sildi ve biraz dolaştı etrafta. Bir banka oturdu ve martıları izledi. Aklı, kalbi sevgilisindeydi eli ise boynundaki kolyede "dönecek" diyordu "dönmeli"... Hava kararınca eve döndü, o sessiz, boş, anlamını yitiren eve. Birkaç saatte evi, çocukluktan beri yaşadığı semt, bu şehir anlamını yitirmişti. Yağmur başlamıştı dışarıda, yağmurlu bir günde tanıştıklarını anımsadı ve eli yine kolyeye gitti. Koltuğuna oturdu ve açtı televizyonu, içi sıkılıyordu. Haberler vardı... İlk başta kulak vermiyordu ama sonra bir haber ilgisini çekti, televizyonun sesini açtı.

"Bugün 16:00'da İstanbul'dan kalkan yolcu gemisi bilinmeyen bir sebepten dolayı patladı. Henüz kurtulan var mı bilemiyoruz. Gelişmeler birazdan."

Öylece kalmıştı oturduğu yerde. "Olamaz, o değildir. O dönecek! Hayır hayır kötü düşünmemeliyim o değildir!" diyordu. Sımsıkı tutmuştu kolyeyi ve istediği olmayan bir çocuk gibi ağlıyordu şimdi. Bir şeyler yapması gerektiğini düşündü ve fırladı evden yalın ayak... Yağmur iyice bastırmıştı, birkaç adım uzaklaşınca yığıldı yere. Ağlıyordu, bağırıyordu ama kimse duymuyordu onu. Yağmur siliyordu gözyaşlarını... Sabahtan beri hep sorduğu gibi yine "neden?" diyordu "neden? neden gitti... Neden beni de almadı? Birlikte olacaktık biz" diyordu. Sonra kaybetmişti kendini. Gözlerini bir hastahane odasında açtı. İlk kelimesi onun adı olmuştu... Ama artık o yoktu...

Aradan çok uzun yıllar geçmişti. Saçları bembeyaz, ellerinde ve yüzünde kırışıklıklar boynunda da hala o kolye vardı. Bir kere olsun çıkarmamıştı. Çok denemişti onun yanına gitmeyi ama her seferinde birileri yoluna taş koymuştu. O da bekliyordu şimdi "doğru" zamanı... Her gün o rıhtımda, tam ayrıldıkları yerde, gözünde yaş ve boynunda kolye bekliyordu gemiyi onu da alıp götürsün diye...

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Bazen hasret kaldığım bir tebessüm şekil alıyordu dudaklarımda. Yıllardır içimde büyüyen boşluk sanki bir parça kapanıyordu. O saçma bulduğum güven duygusu yeniden çalıyordu kapımı. Her seferinde hem üşeniyor, hem korkuyordum kapıyı açmaya, çünkü açtığımda her şey değişecekti biliyordum. Sonunu da biliyordum hatta, hüsran... İnsanlar farklı, sözler farklı, davranışlar farklı, hikayeler farklı olabilirdi elbet ama son hep aynıydı. Ya ben sevemiyordum karşımdakini, ya karşımdaki sevemiyordu beni. Bazen indiriyordum gardımı, başlıyordum bazılarını sevmeye hepsini farklı yerlere yerleştiriyordum kalbimin odalarında. Küçük bir çocuğun oyuncağını kaybetmekten korkması gibi korkuyordum ben o kalbimin odalarına koyduğum insanları. Çoğuna söylediğim, sorduğum şeyler hep aynıydı belki, ama hepsi de o anın güzelliğini, o kişiyi kaybetmekten korktuğum içindi... Her kişi için duyduğum korku parmaklarım kadar, bulundukları odalar kadar farklıydı birbirinden. Çocukluğumdan beri kaybeden biriydim ben. Her geçen gün artıyordu kayıplarım, hala da artıyor zaten... Kayıplarımı engellemek için saçma sapan sorularda, sözlerde arıyordum belki teselliyi. "Bak, düşündüğün gibi değilmiş." diyordum kendime istediğim cevap geldiğinde, küçük bir çocuğu avuttuğum gibi avutuyordum kendimi. Şekerle avunma yaşını geçtiğimden beri bunu yapıyordum hep, hiçbir şey elimde değildi ki... Elimde olacak mıydı ondan bile bihaber yaşamaya çabalıyordum işte. Bir gemi bekliyordum ben ve "o gemi gelecek!" diyordum. Belki dünyanın diğer ucundan, belki yarım saatimi harcayarak ulaşacağım bir mesafeden... "Biri gelecek o gemiyle birlikte" diyordum "o gemiyle birlikte biri gelecek, yaralarımı saramayacak belki ama gelecek ve varlığı benim için bir mucize olacak. O gün inanmaya başlayacağım mucizelerin varlığına." diyordum.  Hayattaki her şey mucizeydi ama onları bile görmezden geliyordum. Her şeyin gördüğümden farklı olduğunu, daha güzel olduğunu düşünüyordum. Artık gözümde bu anlattıklarımın değiştiğini, aynı olmadığını düşünmeyin, hala aynıyım ben. Ne ileri gidiyorum ne geri... Hala aynıyım... Arada bir dilek tutuyorum ve sayıyorum sonsuzdan geri... Saymam bitmeden her şey, herkes kayıp gidiyor avuçlarımdan, yakalayamıyorum, tıpkı dileğim gibi... Hala uslanmıyorum, kalbimin odalarını dolduruyorum korkusuzca, sonra korku kaplıyor beynimi, kalbimi, tüm bedenimi... Hala uslanmadım ve hala aynıyım... Rüzgarın savurduğu bir yaprak gibi yaşayacağım ve o uslanmayan çocuk olacağım...
İlaçlar olmadan duramaz olmuştu ayakta. Onu sersemleten şeylere gün geçtikçe daha çok bağlanıyordu. O küçük hapları yutmadan önce bakıyordu onlara uzun uzun, "Bunlar mı saracak yaralarımı?" diyordu onlara ne kadar ihtiyacı olduğunun farkında değilmiş gibi... İlaçlarına bakarken bir gülümseme oluşuyordu yüzünde alaycı ve içten... Neden mi içten diye tanımladım? Çünkü gülümsemeleri acı ve alaycı olmadığında oyunculuğun gerektirdiği gülümsemeyi takınıyordu dudaklarına. Sanki iki ip vardı dudaklarının kıyısında, kaygıları ve korkuları çekiyordu o ipleri yukarıya doğru ve o gülümsüyordu. Anlamsızca... Kendiyle kalabildiğinde kurtulabiliyordu o iplerden. Makyajıyla beraber temizliyordu iplerini. Temizliyordu temizlemesine ama her sabah tekrar makyaj yaptığında iplerini yeniden yerleştiriyordu yerlerine. Asık suratı binlerce sorunun sebebi olacaktı ve onun sorulara cevap verecek takati yoktu. Ara ara kabuk tutan yarası daha da derinleşecekti. Usta bir matematikçi gibi hesaplıyordu olacakları, insanlardan göreceği tepkileri. Ona göre ayarlıyordu iplerinin gerginliğini yada gevşekliğini. Kimse bilmiyordu içinde ne gibi fırtınaların olduğunu, bir oyuncak bebekten farkı yoktu yüzündeki o gülümsemesiyle, fark etmiyorlardı içinde neler yaşadığını. Kimse tanımıyordu onu. Tanıdıkları sadece doktorunun verdiği birkaç küçük beyaz hapla, ipleriyle ve hesaplarıyla yaşamını sürdüren biriydi. Çevresindeki herkesin o daha makyajını temizlemeden unuttuğu biri... Hep gülümsediğinden ve "ben çok iyiyim, hiçbir şey beni yıkamaz" rolünü başarıyla oynadığı için karanlık çöktüğü an hatırlanmıyordu belki kimseye ihtiyacı yokmuş gibi davrandığından... Belki de kimse gözlerine bakmadığından... Gözlerine baksaydı aslında biri hiç ışıltı olmadığını, acıdan kıvrıldığını fark ederdi. Hem fark edilmek istemezdi, hem fark edilmeyi beklerdi. Küçük beyaz ilaçları, ipleri, makyajı, hesapları,  her gün oynamak zorunda olduğu bir rolü ve çelişkilerin olan biriydi. Uzun saçları, ipleri, makyajı ve rolü ile tam bir oyuncak bebekti...

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Çok uzun bir rüya oldu bu, bir an önce uyanmam lazım. Biri beni uyandırabilir mi? Hatta o uyandırsın beni, ayağımdan öpsün yine hep yaptığı gibi. Ben yine kaçayım ondan ama yanımda olsun. Korkuyu ve güveni, masumiyetimi ve kötülüğümü aynı bedende hayat bulmuş olarak göreyim bir kez daha. Söz, uyanırsam sarılacağım ona bu sefer. Unutmak üzere olduğum kokusunu içime çekeceğim. Yaşayamadıklarımızı yaşamak için daha çok çaba göstereceğim. Lütfen her şey sadece bir rüya olsun. Uyandığımda derin bir "oh" çekeyim. Ona anlatayım hatta, lütfen her şey sadece bir rüya olsun. Kötü bir rüya...

5 Temmuz 2012 Perşembe

Kaçıyorum...

Kucaklaşmak istememe rağmen bunaldığım için kaçıyorum sevdiklerimden, sevmediklerimden, çoğu zaman kendimden... Hem birilerine ihtiyaç duyuyorum, hem kimseyi yanımda istemiyorum. Ardıma bakmadan yürümeye devam ediyorum. Sürekli kendimle çelişip kavga ediyorum. O sürekli gülen ben miyim? Aynalar büyük yalancılar ve ben buna artık tahammül edemiyorum.

Anlam veremiyorum...

Acılarıma sarılmama rağmen çoğu zaman rol yaparak geçiyor yine günlerim. Böyle olmamalıydı oysaki, doya doya hissetmek isterken hala rolümü oynuyorum, kukla gibi... Oyunculuğum hayat boyu devam edecek sanırım. Şimdi ailem üzülmesin diyorum, ilerde okulumdaki çevreme yansımasın, evlenirsem eşime yansımasın, aman çocuğum anlamasın diye geçecek ömrüm bunun farkındayım. Kendimi salmak istesem de "toparlanamazsam?" düşüncesi hep kafamda, söküp atamıyorum.

Susuyorum...

Çünkü bazen ne söyleyecek bir şeyim oluyor ne de söyleyeceğim şeyler olduğu zaman beni anlayacak biri. Kimse bana boş boş "seni anlıyorum" desin istemiyorum. Karşımdakinin nasıl bir rolde bulunduğunu anlayacak kadar usta bir oyuncu oldum ben, hiç gerek yok hayatımız kadar boş laflar sarf etmeye. Konuşuyorum bazen, saçma sapan... İçimden gelmeyen anlık şeyleri söylüyorum. Gülmeye, güldürmeye çalışıyorum. Hatta çoğu zaman başarıyorum bunu. Peki sonuç mu? 1-2 dakika sonra her şey eskisi gibi oluyor. Mutluluk, sevinç her ne haltsa işte bu mu yani? Olmamalı...

Yanımda kimse olmasa da olur "gibi"...

Sadece tek bir kişiye ihtiyacım var benim. Her gece Tanrı'ya yalvarıyorum onu benden almaması için. Gerisi zaten elbet bir gün bir şekilde gidecek hayatımdan. Hangimiz kimin hayatında kalıcıyız ki? Birbirimizi boş sözlerle kandırmanın ne anlamı var ki? Anlık tatminler, boş sözler... Her şey bundan ibaret mi? Olmamalı...

Bir şeylere sürekli anlam yüklemeye çalışmıyorum...

Ne insanlara, ne olaylara... Sonu hüsran oluyor çünkü. Yüklediğim anlam ya eksik kalıyor ya da fazla geliyor. Her iki türlü de sonuç benim lehime olmuyor, kalakalıyorum... 1-2 şey yolunda gitse kendimi kötü şeylerin de olabileceğine hazırlıyorum. Ve tekrar yalvarıyorum Tanrı'ya "lütfen beni yanılt"...

Yanılmak istiyorum, sadece yanılmak... Gerisi elbet gelir, buna çok inanmak istiyorum...

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Çok savunmasız hissediyordu bugün kendini. Birinin dizlerine yatmak, saçlarının okşanmasını istiyordu. Bir parça güvende hissetmek istiyordu. Uzun zamandır hissetmediği için unutmak üzereydi birine yada bir şeye güvenmenin verdiği o güzel hissi. Acabaları ve keşkeleri vardı sadece kalbinde ve beyninde. "Bırakacağım her şeyi bir yana, düşünmeyeceğim" diye çok kavgalar ediyordu kendiyle ama her seferinde mağlup oluyordu. Bırakmıyordu, düşünüyordu... Düşündükçe dibe batıyordu, düşünceleri bir bataklıktı sanki çırpındıkça daha çok batıyordu. İkiye bölünmüştü sanki. Bir yanı geçmiş ve bir yanı gelecek. Geçmişte acıları ve özlemleri, geleceğinde ise gerçekleşmeyeceğine inandığı ama bir türlü de çöpe atamadığı hayalleri... Hayalleri olmadan nasıl yaşardı ki bir insan ona göre. Bazı geceler sırf rüya görmek için giderdi yatağına. Başını yastığına koyduğu an iç hesaplaşmasından kurtulmak için hayaller kurardı. Hayalleri onun kurtarıcısıydı. Bazen beyazlar içerisinde bir kumsalda hayal ederdi kendini, ayakkabıları elinde, ayaklarına çarpan dalgaları hayal ederdi, saçlarının rüzgardan uçuşunu ve onları düzelttiği anı hayal ederdi. Bazen de her şeyin çok güzel olduğu anları yani gerçekleşeceğine ihtimal vermediği şeyleri hayal ederdi... Küçük bir kız çocuğu kadar savunmasızdı bugün, tek farkı ağlasa bile istedikleri olmayacaktı, olamayacaktı. Kendini bildiği andan beri hiç kendisi olamamıştı. Hep o sevilmek istenen, kendini herkese kapatan, ağladığı zaman duyulmasın diye sessiz ağlamaya alışan bir kız olmuştu. Kimse ağladığını fark etsin, ona acısın istemezdi. Geçmiş köprüsünden uzaklaşıp gelecek köprüsüne adım atıyordu her gün, ucunda ışık olmayan bir köprüye; böyle tanımlıyordu yaşamayı. Geçtiği her an bir tahta düşüyordu denize köprüden "ya ben de düşersem?" diye korkuyordu ama yürüyordu, yürümek zorundaydı. Bir yandan ölümü istiyordu, bir yandan da korkuyordu. Doğru zamanı bekliyordu da diyebiliriz. Aslında çok defa ölmüştü zaten, çok defa... Fotoğraflara baktığında, umudu kalmadığında, her şeyin berbat olacağı düşüncesi ile savaştığında, hak etmediği şeyler yaşadığında, hiç beklemediği insanlardan beklemediği sözler duyduğunda, terk edildiğinde, terk ettiğinde... Hep ölmüştü. Bedeni ve ruhu birbirinden ayrılmamıştı belki ama yaşadıkları dünya üzerindeki ölümdü. Yaşadığı her gün köprüden denize bir tahta daha düşürmeye ve ölmeye de devam edecekti, bir daha çocukluğundaki kadar güzel gülemeyecekti çünkü... Kendisiyle kavga etmeye devam edecekti, hayal kurmaya devam edecekti, bataklıkta batmaya devam edecekti, o sevilmek istenen kız olmaya devam edecekti, hem ölümü bekleyecekti, hem ölecekti, üstelik yaşarken...



"Onun yanında olamadığım zamanlar hiç kendim gibi olamadım. Ama şimdi bakıyorum da orada hiç yokmuş ki, hiç olmamış yani. Ne kadar komik değil mi?"

--dedi. Sadece yapmacık ve acı bir gülümseme oluştu suratımda, hiçbir şey dökülmedi dudaklarımdan. Çok acı çekmişti ama onunla tanıştığından beri gözlerinin içi gülerdi oysaki onun, şimdiki hali berbattı resmen, hem ne söylesem saçma kaçacaktı hem de konuşmam için erkendi... Konuşmaya devam etti;

"Kendimi hep saklamıştım ben, benliğimi yaşamamıştım sırf yara almayayım diye. Yaşadıklarımı az çok biliyorsun. Kapalı bir kutuda saklanıyordum, açtı ama bak dağıldı her bir parçam. Ne yaşadığım şeylerin, ne yediğim yemeğin, ne içtiğim içkinin anlamı kaldı. Sakın bana "her şey düzelecek geçecek" deme. Geçmeyecek biliyorum. Zamanla kabuk tutsa da o yara hep orada kalacak, siz unutsanız da ben yerini bileceğim."

Gidenin ne kadar büyük bir boşluk yarattığını ve onu ne kadar iyi anladığımı fark ettim o an. Ben de böyle olmuştum hayatımı üzerine kurduğum temel yitip gittiği anda. Gerçi hala öyleydim ama öğreniyordum artık yaramla yaşamayı. Onun da dediği gibi "yerini biliyordum" ama dokunmuyordum tekrar, kimse de dokunmasın diye de hırçınlaşıyordum işte çoğu zaman. Bir süre sustuk. Sonra gözünden 1-2 damla yaş geldiğini fark ettim ve elimle sildim gözyaşlarını. Birini anlamanıza, ne yaşadığını hissetmenize rağmen bazı anlarda hiçbir kelimenin geçersiz olduğunu, susmanın konuşmaktan daha gerekliğini olduğunu öğrendim. Ben konuşsam daha çok savaşacaktı duygularıyla, bastırmaya çalışacaktı ama konuştu, sadece konuştu. Gözyaşlarını silmemle anladı belki de demek isteyip de diyemediklerini.

"Bir gün döner mi? Yaşadıklarımızı bence o da unutamaz. Hem böyle bitmesi çok saçma. Onun için sayfalarca yazdım ben, yazdıklarım gerçekti benim. Yazarken bile onu hissettim. Neden böyle oldu? Neden? O yazıları ve fotoğrafları yakmak geliyor içimden. Hislerimi de yakabilsem
, beni yakan hislerimi ben de yakabilsem ya... En son kimin için bu kadar ağladığımı biliyorsun, adını anmak istemiyorum. Birine değer vermem mi aptallıktı? Anılarımız geçiyor sürekli gözlerimin önünden, cam parçası gibiler acıtıyorlar, kanatıyorlar... Etrafımdaki her şey kırık ve dökük sanki benim gibi, bizim gibi..."

Sarıldık...

Hiçbir zaman tam anlamı ile geçmeyecek evet ama zamanla daha az acıtacak hale getirmek senin elinde. İnkar etme yaşananları, kabullen, kabullen ki zamanla toplayalım o kırıkları. O hiç yoktu belki ama bak sen buradasın, yanımdasın. Sil gözyaşlarını. Demek istedim ona ama açamadım ağzımı. Bazen saatlerce susmazdım oysa. Konuşulacak gibi bir gece değildi ve gece kadar suskundum ben de. Sonra o da katıldı suskunluğumuza... Ağlamasının yarattığı hıçkırıklarla birlikte gecenin içine sığındı ve uyuya kaldı öylece, rüyalarıyla baş başa kaldı. Ben ise düşüncelerimle ve yerini bildiğim yaramla...

3 Temmuz 2012 Salı



Uyan...

Uyan da acılarınla kucaklaş. Tek gerçek onlar, farkında değil misin? Mutluluk sanki bir uyuşturucu, anlık zevkten öte değil. Ama bak senin acıların var. Uyan da sarıl onlara. Etrafına öyle bakma, baktığın yeri gör. Gerçeklerden neden kaçar oldun, acıları beraberinde getirdiği için mi? Her zaman mutluluk çemberinin içinde kalabilir misin sanki... Onlara sarılıp kabullendiğin an büyüyeceksin sen, neden anlamak istemiyorsun? Kaçarak nereye varabilirsin ki? Mutluluk uyuşturucusu hoşuna gidiyor biliyorum. Senin deyiminle "Aşk" da hoşuna gidiyor. Birine anlamlar yüklüyorsun acılarını görmemek adına, bir parça mutluluk yaşamak adına... Sahi, hiç iliklerine kadar yaşadın mı ki sen aşkı? Bana sorarsan yaşamadın. Resmen alışkanlıklarına başka etiketler yapıştırıyorsun, gerçekten yaşasan bunu yapamazdın inan. Uyan, tatlı rüyaları geride bırakmalısın. Senin yaptığın yaşamak mı ki? Yaşadıklarını hissetmen lazım, anlık duygulara kapılmaman lazım. Bir merdivenin en üst basamağına çıktığında hep orada kalamazsın ki. Aşağı atla, en azından maskelerden daha gerçekçi şeyler göreceksin atladığın an. Her yer gri değil, etrafına bak hadi, gör! Siyah ve beyaz köşeleri fark etmiyor musun? Hep ortada yaşayamazsın. Sen gri değilsin, hayatın gri olmamalı. Siyahı ve beyazı yaşamadan, hissetmeden yaşamak hakkında ne öğrenebilirsin ki? Yorgunsun farkındayım. Korktuğun için kaçıyorsun bunu da biliyorum. Ama kaçma artık. Huzur istiyorsun değil mi? Geceleri sürekli bunu sayıklıyorsun, hep mutlu olmak istiyorsun... Yapraklar bile her zaman yeşil kalamıyor, sen bunu nasıl başaracaksın? Bak, ne kadar güçlü gözüküyorlar şimdi, yemyeşil ve hayat dolu... Sonbahar gelince ne olacağını da biliyorsun değil mi? Hepsi yavaşça sararacak, güçsüzleşecek, sonra düşecekler dallardan, sen üzerine basacaksın hatta. Belki çıkan ses hoşuna gidecek. Sen, "düşersem böyle mi olacağım?" diye korkuyorsun, korkma. Yaşamadan bilemezsin ki. Hangimizin üzerine basılmadı? Hangimiz acıyı tatmadı? Bırak o mutluluk uyuşturucusunu ve uyan! Acılarına sarıl ve onları bırakma. Alış onlara, sahte maskelerinle gezmeye alıştığın gibi. Rol yapmak kolay belki ama bu sefer seçimin zordan yana olsun. Hayır, hayır öyle bakma bana, korkma. Her şey mükemmel olacak falan dememi bekleme ayrıca. Olmayacak, olamayacak... Ama çoğu yaran zamanla kabuk tutacak ve belki kaşınacak. Acıya alışman lazım senin anlasana! Şimdi düşmekten korkuyorsun ama ilerde düştüğünde her şey daha berbat olacak belki. Alışmalısın... Hadi, uyan...