30 Ağustos 2012 Perşembe

Korkma, ben varım...

Her şeye rağmen yanındayım ve tutacağım ellerini. İstersen hiç bırakmam... Yanında bir başkasının olmasını istersen sorun değil, ben beklerim seni. Düştüğünde tutabilmek için... Yeter ki gözlerin gülsün onun yanındayken. Eğer seni terk ederse ben yanında olacağım ve yaralarını saracağım, sen istediğin sürece.

Korkma, ben varım...

Koruyacağım seni tüm kötülüklerden, insanlardan. Elini uzatman yeterli... Hadi, ver elini bana. İncitmeyeceğim seni. Geçmiş, geçmişte kalsın sen gel benimle. Söz sana sileceğim gözyaşlarını ellerimle. İstediğin her sözü verebilirim sana, hiçbirini laf olsun diye söylemem ama merak etme. Benim isteğim sensin, senin iyiliğin... Bak hadi gözlerime.

Korkma, ben varım...

Canını yakanlar kadar güzel cümleler kuramam belki sana, ama kalbimi açarım sonuna kadar, korkmadan... İstediğin kadar geri plana at beni, dedim ya yeterli hayatında olmak. Sadece şimdilik ver elini ve mutlu et beni. Mutluluk, adınla hecelensin dudaklarımdan...

Korkma, ben varım.

Yalnızlığı sil dünyamdan, bunu sadece senin varlığın yapabilir. Güzelleştir dünyamı, bunu yalnız senin ellerin yapabilir. "Bana ne olacak?" deme, korkma. Yanında kalacağım ölünceye dek sevgili.

Korkma, ben varım...

Eğer gidersen ben kalırım bıraktığın yerde. Kalbim gelir peşinden merak etme... Tek bir isteğim var senden sevgili hatıralarını bana bağışlar mısın gitmeden?

"... Ama korkma ben varım, hatıraların en güzel tarafı, onları sizden kimsenin alamayacak olması. Ben varım, sen hatıralardasın artık benim için. Hatırlar benimle, sen benimlesin. Git gidebildiğin yere.

Korkma ben varım, varlığım varlığına armağan."

28 Ağustos 2012 Salı

Ardı ardına içiyordu içkileri, bardağın boş kalmasına hiç müsaade etmiyordu. Barmen sürekli içki doldurmaktan sıkılmış ve şişeyi yanına vermişti. Hoşuna gitmişti bu durum, şişenin içindekinin tükenmesini izlemekten zevk alıyordu "benim gibi tükeniyor işte, önce dağılıyor ve sonra bir başkası tarafından parçaları yutuluyor" diyordu. Yaşadığı tam olarak buydu. Her gün birileri onu dağıtıyor, o toparlanamadan da parçalarını midelerine indiriyorlardı. Düşünceleriyle savaşırken barmen "Müsaadenle abi" dedi ve adamın hiç elini sürmeyeceği kuru yemişi yavaşça bıraktı masaya "benden olsun." dedi, adam sadece kafasını sallayabildi sağ ol anlamında. Cevap vermedi çünkü içindeki zehrin yanlış yere dökülmesini istemiyordu, dokunmayacaktı kuru yemişe çünkü öyle bir gecede sadece içki yakabilirdi boğazını, düşüncelerinin tüm bedenini yaktığı gibi. Telefonu çaldı ama bakmadı. Kimse yanında olmamalıydı bu gece, kimse anlamsız bir şekilde yüzüne bakıp saçma sapan kelimeler sıralamamalıydı. Acı, yalnız yaşanmalıydı ve o yaşıyordu. Hem de iliklerine kadar... Hayatta yalnızca acısını yaşamayı becerebilmiş bir adamdı ve yaşadığını sadece acı çektiği anlarda anlardı. Onun için kimseyi istemezdi yaşadığı anlarda, aldığı her nefes ciğerlerini patlatacak gibi hissettirse de o anın tadına varmaya çalışırdı. Bu gece diğerlerinden daha farklıydı; pişmandı, yalnızdı, acı doluydu. Yirmi altı yıl yaşamış, hemen hemen her şeyi öğrenmişti ama sadece pişmanlık ve acı nedir bilmeden yaşamayı öğrenememişti... Bir kadeh daha doldurdu ve kaldırdı havaya "acılara!" dedi ama kimse duymadı. O yudumladıkça içkiyi acısı da daha fazla yayıldı.

27 Ağustos 2012 Pazartesi

"Seni Seviyorum"

Bazen bir söz duyarsın her şey değişir, farklılaşır. Daha başka görürsün olanları, daha başka hislerle tanışırsın. Sözün sihri sarar tüm bedenini ve tarifi yapılamayacak kadar güzel bir sıcaklık armağan eder sana. Yüzüne dünyanın en tatlı gülümsemesini verir bir de yanında. Bir söz kalıbı siler her şeyi; geçmişi, şüpheleri, korkuları... Cesaret kazandırır sana ve sen de söylersin onunla birlikte "seni seviyorum."

...

Dünyanın en güzel şarkısı 2 kelime 13 harf "seni seviyorum." Her şeyin özeti olur ve sana en güzel hediyeyi bahşeder "seni seviyorum".

...

Birini sevmen için elini tutup gözüne bakman gerekmez, yanında olman gerekmez; mesafeler engel olmaz sevmene. Sevgide matematik olmaz... Bir bakmışsın sevmişsin ve söylersin "ben seni seviyorum."

...

Onu beklemek her şeyi beklemekten güzel hale gelir, her saniye özlersin, düşmeden seni yakalasın ve kurtarsın istersin, seni sarsın istersin ve söylersin "seni seviyorum."

...

2 kelime 13 harf, bazen bir cinayettir. Bazen de mutluluk... Unutulmaya yüz tutmuş şeylerdir. Sen en derinden hatırlar, hissedersin ve daha yüksek sesle söylersin

"Seni Seviyorum."

24 Ağustos 2012 Cuma

Haziran Masalı 2

http://yazarimamacizemem.blogspot.com/2012/08/uyuyordu-kadn-adamsa-yatagn-hemen.html

Uyandı Gönül, Ahmet hala onu izliyordu. Mucize tam anlamıyla karşısında yatıyordu. "Gideceğiz" diye geçiriyordu içinden "Gideceğiz ve her şey masalların bitimindeki gibi olacak, "sonsuza kadar mutlu yaşadılar" diye anılacağız."

 Her şey bir o kadar saçma ve bir o kadar da güzel gelişiyordu Ahmet için, tüm benliğiyle Gönül'e kapılmış sürükleniyordu. "Boğulacaksam da onun akıntısında boğulayım" diyordu. Nasıl sevebilmişti Ahmet bu kadar? Nasıl bağlanabilmişti? Bağlandığı şey Gönül'ün güzelliği miydi? Değildi... Gönül'e bakınca onun görüntüsünden çok daha şeyler görüyordu Ahmet, Gönül'ün gözlerinin kahvesi kadar bir gerçeklik görüyordu. Acı kadar gerçekti Gönül, Ahmet için. Acı kadar gerçek... Bağlanmaktan, terk edilmekten korkan bir adamdı Ahmet, ama bir Haziran gecesi mucizesi yeniden dünyaya getirmişti onu ve aynı Haziran tekrar öldürmüştü. 3 kez ölmüştü ama Eylül, yaprakların canını alırken bir şans daha vermişti Ahmet'e. Şimdi dua ediyordu Ahmet her saniye, şükrediyordu hem Tanrı'ya, hem Eylül'e...

...

Elleri birbirlerine kenetlendi bir süre, öylece kaldılar. Sonra gitme vakti yaklaştı. Birkaç parça eşyası varmış Gönül'ün, annesinden yadigar... Onu almak için eve döndü, Ahmet ise küçük bir çanta hazırlamaya başladı. Para lazımdı gitmeleri için ama çok az parası vardı. O da baba yadigarı saati aldı yanına, satmak için. Gönül için her şeyi yapabilecek bir durumdaydı, gözleri sanki kör olmuş gibi... Sadece Gönül'ü düşünebiliyordu diğer her şey silinmişti sanki, mahalledeki insanlar, Gönül'ün "eski" nişanlısı, hatta aşk ve sevinç dışındaki tüm duygular silinmişti. Terk edeceklerdi Ankara'yı, yeni umutları İstanbul olacaktı... Liseli aşıklar gibi buluştular köşede. Gecenin yerini gündüze bırakacağı vakit her şeyi arkalarında bırakıp uzaklaştılar. Otogara vardıklarında gişeye gittiler "İki bilet, İstanbul'a" dedi Ahmet, sanki dünyanın en güzel sözcükleri dudaklarından dökülmüş gibi gülümsedi, elinde Gönül'ün eli...

Bindiler otobüse, güneş çarpıyordu Gönül'ün yüzüne... Tüm gece uyumamıştı Ahmet ama hala Gönül'den alamıyordu gözlerini, tüm kıvrımlarını ezberliyordu sanki. Sanki güneş ışığı hayat buluyordu Gönül'ün teninde, öyle güzel parlıyordu ki... Senelerce süren yalnızlık en güzel hediyeyi vermişti Ahmet'e şimdi. Nereye gideceklerini ve ne yapacaklarını bilmiyorlardı ama beraberlerdi. Her şey km'ler gibi arkalarında kalıyordu, gidiyorlardı mutluluğa ve kendi hikayeleri için sonsuzluğa. Ölüm kadar bir belirsizlik vardı önlerinde ama tek bir korku yoktu yüreklerinde, yolu benimsemişlerdi ve yavaş yavaş ilerliyorlardı hani demiş ya şair "ben seninle mutsuzluğu da varım" diye onlar da birlikte oldukları sürece mutsuzluğa da vardılar işte.

Öyle böyle bitti 6 saatlik yol ve Ahmet ezberledi Gönül'ün yüzünü, kıvrımlarını. Mutluydu ve düşünmüyordu, düşünmek korkuları da beraberinde getirirdi çünkü. Bu kaçışın ilk gününde korkulara yer yoktu. Bir otele gitmeye karar verdiler ve koyuldular yola, başları dik ve korkmadan yürüyorlardı, sanki tüm dünyaya karşılardı. "Biz buradayız ve seviyoruz" diyorlardı. Her şey ne garip gelişmişti ve gelişiyordu. Bir annenin içinde bebeğin büyümesi kadar garip ve mucizeviydi her şey... Bir otel buldular adı "Umut" ismini sevdiklerinden midir bilmem hemen yerleştiler otele, Gönül baktı Ahmet'e ve heceledi "Bugün geriye kalan hayatımın ilk günü." diye. Uyudular, uyudular, uyudular...

Erkenden uyandı Gönül, giyindi. Oda servisi yoktu otelin, gidip kahvaltılık bir şeyler almak istedi. Ahmet'e not yazdı ve çıktı otelden, 2 sokak arkadaki pastahaneye gitti ve yiyecek bir şeyler aldı. Karşıdan karşıya geçmek için ışıkların oraya geçti ve beklemeye başladı Gönül, yaya için ışık yanınca hemen atladı yola ve sonra acı bir fren sesi duyuldu... Araba çarptı Gönül'e ve yığıldı yere, başına bir sürü insan toplandı ama kimse bir şey yapmadı...

Bunlar olurken uyandı Ahmet ve notu gördü ve biraz bekledi sonra dayanamayıp çıktı odadan, görevliye en yakın pastahaneyi sordu, teşekkür edip ayrıldı otelden. Biraz yürüyünce kalabalığı fark etti ne olduğuna bakmak için araladı kalabalığı ve onu gördü, Gönül'ü... Gözünden birkaç damla yaş süzüldü ve aldı kucağına Gönül'ü, yürümeye başladı herkes şaşkınla bakıyordu onlara ama Ahmet hiçbir şeye aldırmadan yürüyordu. "Kurtaracağım seni Gönül" diyordu sadece... "Seni kurtaracağım".

...

Ama olmadı, kurtaramadı. 5 yıl geçti Gönül'ün ölümünün üzerinden ve 5 yıl boyunca Ahmet 1 gün bile Gönül'ü düşünmeden duramadı. İçkiye sarıldı Gönül'ün yokluğunda, hayallere dalıp onun yanındaymış gibi hissetmek için. Daha çok içti, uyuyup rüyasında onu görebilmek için. Gönül'ün yanına gitmek için çok çalıştı ama yapamadı. 4.kez öldü Ahmet, bir daha toparlanamadı...

Gönül'ün şerefine!

19 Ağustos 2012 Pazar

Haziran Masalı 1



Uyuyordu kadın, adamsa yatağın hemen yanındaki sandalyede oturmuş onu izliyordu. Daha önce çok fazla bu anın hayalini çok kurmuştu adam ama bir felaketin ardından bu şekilde olabileceğini kim bilebilirdi ki?

....

Simsiyah beline kadar gelen saçları, uzun kirpikleri, iri gözleri ve dünyanın en güzel melodisini andıran sesi olan kadını bir Haziran gecesi görmüştü adam. Hem de her şeyini yitirdiğini sandığı anda... Yaşamak için bir sebep aradığı anda vurulmuştu kadına. Takip etmişti onu o gece, evini öğrenmişti. Birkaç gün onu gizliden gizliye izlemiş gün içinde nerelere uğradığını ve ne yaptığını öğrenmişti. Sürekli önünden geçtiği bir dükkan vardı kadının, saat 4 gibi... Günlerce izledi onu, eşsiz gülüşünü beynine kazıdı, gördükçe daha çok bağlandı... Ve bir gün dayanamadı adam başladı dükkanın önünde kadını beklemeye, kadın gelince de düştü peşine. Bir ara sokağa girdiklerinde "Bakar mısınız?" diye seslendi kadına, çıkan sesine kendisi bile şaşırmıştı. "Buyurun?" dedi kadın. Kısa bir tanışmanın ardından kadının adının Gönül olduğunu öğrendi ve en kaba haliyle anlattı duygularını kadına. Hiçbir şey diyemedi Gönül, dudaklarından üç kelime hecelendi zorlukla; "Üzgünüm, ben nişanlıyım." Yıkıldı adam, aşkın yarattığı deprem bir enkaza dönüştürdü onu. İçkiye sarıldı, çünkü içtikçe Gönül'ün o herkesi kıskandıracak gülüşünü görüyordu, yanındaymış gibi tatlı tatlı gülümsüyordu. Sabaha karşı başını yastığa koyduğunda da kulaklarında aynı kelimeler yankılanıyor ve gözüne o an geliyordu "Üzgünüm, ben nişanlıyım."

Yine dayanamıyordu Ahmet, yine 4 gibi dikiliyordu dükkanın önünde, yine Gönül'ü ve yine arkasından bakıyordu. Sonra yine içiyordu, yine Gönül'ü düşünüyordu... Onlarca mektup yazdı Gönül'e ama asla göndermedi... Nasıl gönderebilirdi ki? Aylar birbirini kovaladı ve Eylül geldi. Ahmet'in yüreğindeki yangın hala geçmemişti, sonbahar ağaçları çıplak bırakmak için hazırdı ama Ahmet'in yüreği hala bir Haziran gecesindeydi. Düğün hazırlıkları yapmaya başladığını duydu Gönül'ün, Eylül sonu gibi evlenecekmiş... Bir büyük rakı bitirdi bunu duyduğunda Ahmet, sabaha kadar ağladı. İşlerin ciddiyetinin daha da artması içindeki yangını daha da körüklemişti... Düğün günü geldi çattı, Gönül'ü izlemeye başladı Ahmet. Evde tatlı bir telaş vardı. Sonra Gönül, kuaföre gitmek üzere evden ayrıldı akrabalarıyla. Herkes gülüşüyorken bir Gönül mutsuzdu... Annesi babası olmayan bir kızdı Gönül, Ahmet aklına yalnızca bu ihtimali getiriyordu başka türlü bir üzüntüye dayanamazdı. Saçları yapıldı Gönül'ün o uzun simsiyah saçlarını açık bıraktılar, başına ise papatyadan bir taç yerleştirdiler, herkesi kıskandıracak kadar güzel olmuştu. Sonra 16-17 yaşlarında bir çocuk geldi koşarak kuaföre Gönül'e bir şeyler söyledi, dikkatle izliyordu Ahmet olanları, Gönül'ün öylece olduğu yere çöktüğünü fark etti. Çocuk kuaförden ayrılır ayrılmaz çocuğu kenara çekti ve ne olduğunu sordu aldığı yanıt ise "Abi, Gönül Abla'nın nişanlısı adam öldürmüş polisler götürmüşler". Ahmet öyle bir boşluğa düştü ki ne yapsa bilemedi, içeri gidip Gönül'ü alıp gitmeli miydi? Yoksa hiçbir şey olmamış gibi davranıp evine mi dönmeliydi? Binlerce şey geçiyordu aklından ama hiçbirini uygulayacak hali yoktu. O da Gönül gibi çökmüştü bir köşeye, öylece kalmıştı. Ne yapmalıydı? Gönül çıkınca onu görmesin diye evine gitmeye karar verdi, sahilden yürüdü, martıları izledi, evine vardı. Yine açtı bir büyük ve pikabına 45liklerinden birini yerleştirdi. Gece yarısı olmuştu kapı çaldı. Yalpalayarak gitti kapıya Ahmet, açtı ve karşısındaydı Gönül. İnanamadı Ahmet, "herhalde çok içtim bu da bir rüya" diye geçirdi içinden. "Girebilir miyim?" diye sordu Gönül, "tabi" dedi Ahmet ona göre rüyasında Gönül onunla konuşuyordu ama her şey gerçekti.

İçeri geçtiler, "içer misin?" diye sordu Ahmet rakıyı gösterek "olur" cevabını aldı o esnada hep dua ediyordu her şeyin gerçek olması için... Doldurdu Gönül'ün bardağını içmeye başladılar "Beni dinlemeni istiyorum" dedi Gönül Ahmet'e. "Ama hiç sözümü kesme. Ailemi 10 yaşında trafik kazasında kaybettim. Babaannem ile yaşıyordum onu da 2 sene önce kaybettim. Tek yaşıyorum, kimsem yok. Sadece uzaktan birkaç akrabam var onlarla da büyük bir şey olmadığı sürece görüşmeyiz. Bekir'le yani nişanlımla çocukluktan beri tanırız birbirimizi çocukluğumuzdan beri aşık bana. Bunları neden anlattığımı biraz sonra tüm detaylarıyla öğreneceksin, lütfen şimdi sözümü kesme. Bense Bekir'i hiç sevmedim. Yalnızlığımdan, muhtaçlığımdan nişanlandım onunla babaannem öldüğü zaman. Kimse olmadığı dönemler yanımda o vardı ben de kendimi onunla evlenmeye mecbur gibi hissettim. Sonra sen geldin... Sakın şimdi anlatacaklarımı sakın ama sakın yine yalnızlığımdan yada başka bir şeyden söylüyorum sanma içimi dökebilmem için en iyi an bu. Senin beni fark ettiğin o Haziran gecesi ben de seni fark ettim. Beni izlediğini ve dükkanın önünde beklediğini biliyordum ama hiçbir şey yapamadım, yapamazdım. Bir söz vermiştim ben, dönemezdim. Tüm gerçeklerimle geldim sana, tüm cesaretimle geldim. İstersen beni geri çevirebilirsin, seni anlarım ama söylediklerimde tek bir yalan bile yok." Ne diyeceğini bilemedi Ahmet, gözünden iki damla yaş aktı sadece. Akan yaşlar ayılmasında yardımcı olmuştu, ayağa kalktı ve yanına gitti Gönül'ün "Gerçek yada yalan fark etmez şimdi buradasın ya" dedi ve sıkıca sarıldı ona. Olanların gerçekliğini ve bedeninin sıcaklığını hissetti bedeninde yine dua ediyordu ama bu sefer "Tanrım, lütfen bugün canımı alma" diye...

Sabaha kadar konuştular ne yapacaklarını ve nereye gideceklerini kararlaştırdılar. Her şeyi bırakıp gideceklerdi... Sonra uyudu Gönül, Ahmet ise yatağın hemen yanındaki sandalyeye oturdu ve onu izlemeye başladı. Daha önce çok fazla bu anın hayalini kurmuştu Ahmet ama bir felaketin ardından bu şekilde olabileceğini kim bilebilirdi ki? Yolları belliydi ve yürüyeceklerdi, ta ki ışık olan bir yer bulana dek...


Bir bataklıktayım, etrafım insanlarla sarılmış ama yalnızım. Bana bir dal uzatan bile yok... İki yol var önümde ve ben hangisini seçeceğimi bilmiyorum. İkisinin de sonu aynı aslında, sevinçten yada üzüntüden ağladığımda akan gözyaşının aynı kadar... Debelensem daha çabuk batacağımı biliyorum, debelenmesem her saniye işkence olacak. Sonu hep aynı olmasına rağmen yine de durup düşünüyorum "nereye gideyim, hangisini seçeyim?". İki yol olsa bile bir ihtimaller denizi beynimde, milyonlarca cevapsız soru var. Abartmıyorum... Her yolun sonu karanlık, hissedebiliyorum ama ikisi de aldatıcı bir ışıkla çağırıyor beni ve ben hala aynı soruları soruyorum kendime "nereye gideyim, hangisini seçeyim?". İki yol da hayata ve gerçeklere ulaşmamı sağlayacak, bu hiç değişmez... Sadece biri geç ulaştıracak beni, biri de erken. Hayat eminim sürprizler de hazırlamıştır bana ama hangisinde seveceğim bir sürpriz var bilemiyorum. Tek bildiğim "hepsinin sonu aynı." Debelenmem mi gerekiyor?

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Akıl Hastahanesindeki Bir Adamın Güncesi 3

İlaçlara devam ediyorum, mecburiyetten. Her şey siliniyor sanki yavaş yavaş, eksikliğime eksiklik ekleniyor bir şeylerin çoğalmasına rağmen ben yitip gidiyorum. İlaçlar beni aptallaştırıyor. Beni dipten almak yerine dibe doğru bastırıyorlar, bir el var üzerimde çekmiyorlar. Nefes alamıyorum...

Kendi kendime konuşamıyorum artık, bomboş bakıyorum. Ve inanır mısınız, boş kahkahalar atıyorum. Kalbimde bir yangın, boynumda bir zincir var ama ben gülüyorum. Her şeyin bilincindeyim ama hiçbir bok yapamıyorum. O kadar sahte bir şekilde gülüyorum ki ağzımı dikebilsem dikerdim. Katlanamıyorum...

Buraya geldiğimde daha iyi bir adamdım ben, şimdi kötüleşiyorum. Hani benim istemediğim hiçbir şey olmayacaktı? Oluyor işte. Hepinizin amına koyayım!

Gecenin karanlığında bir asker gibi selam durmuşum yalnızlığımın önünde. Korkusuz ve başı dik bir şekilde. Ölümün nefesini hissediyorum ensemde, her zamankinden daha yakın ama korkmuyorum ikisinden de. Bir evladın ebeveynlerini kucaklaması gibi kucaklıyorum onları gecenin tatlı serinliğinde. Kaçmıyorum... Kaçamıyorum belki de, bilmiyorum... "Bilmiyorum". Ne oldu, ne oluyor, ne olacak bilmiyorum. Yalnızlığın önünde hazır ola geçmiş ve ölümün önünde başımı dik tutabiliyorum sadece. Hiç gelmeyecek emirleri bekliyorum, duruyorum. Usanmadan, şikayet etmeden. İzliyorum etrafı, gidenlere bakıyorum, bazen de beynimdeki fotoğraf albümüne bakıyorum her şey orada işte, beynimde... Oradan yayılıyor kalbime, tüm bedenime. Sonra fısıldamaya başlıyor yalnızlık, konuşuyor benimle. Ona kitleniyorum saatlerce, günlerce, haftalarca... Daha çok giden oluyor ve ben bakıyorum sadece. Dudaklarımı bile kıpırdatamıyorum "güle güle" demek için. Yalnızlığım gülüyor, sinsice ama bir o kadar da güzel bir şekilde. Önümde yalnızlık, arkamda ölüm. Tam ortadayım, hazır ola geçmiş bir şekilde. Yakında biri tamamen geçirecek beni ele...

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Mektuplar 1

Merhaba Sevgilim;

İyi misin? Ben değilim, senden uzakta ne kadar iyi olabilirim ki? Yanımda ol istiyorum. Birlikte uyuyup, uyanalım. Benimle uyan da birlikte "merhaba" diyelim tüm saçmalıklara. Birlikte yaşamaya çalışalım günü, dizinde yatayım saçlarımda dolaşsın elin. İçtiğimiz içkiler değil de senin kokun sarhoş etsin beni. Ah sevgilim, ne çok özledim seni... Şen çocukların gülüşlerine benzeyen gülüşünü ve gözlerini... Her şey daha da eksik sen yokken. Gel de tamamlansın, güneş doğsun yeniden.

Gelen sevgilisi için "Ayağını bastın odama, 40 yıllık beton çayır çimen şimdi. ... Hoş geldin kadınım" demiş şair. Onun dediğinden daha güzel şeyler söyleyemeyebilirim sevgilim, şimdiden beni affet. Ama sen gelirsen güneşim doğacak yeniden, bahar gelecek yüreğime. Kuşların cıvıltıları yankılanacak kulaklarımda senin o güzel sesinle birlikte. Çocuklar daha güzel gülecek... İçkimin yanında meze olacak sohbetin ve güzelliğin. Kadehlerimizi tokuşturduğumuzda çıkan ses dünyanın en güzel müziği olacak benim için. Hadi gel sevgilim, bak her şey ne kadar güzel olacak... Sen bana doğru birkaç adım at yeter ki. Ütopyalarda olacak şeyler değil bunlar, senin gelmen demek yaşamın gelmesi demek benim için. Yalvarırım gel. Ölü gibiyim sen yokken, hayalin yetmiyor... Rüyalarda değil de gerçekte yanımda ol sevgilim, yalvarırım gel...

Mektubuma yanıt vermesen de ben yine o rıhtımda olacağım, tam beni bıraktığın yerde. Belki sürpriz yapmak istersin, değil mi sevgilim? Satırlarıma son verirken, seni seviyorum. "Yalvarırım gel"

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Sevmiyordu yağmurlu günleri. Öyle bir günde gerçeklerle ilk kez karşılaştığı içindi. Her yağmur yağdığında o saçma anı hatırlıyordu. "Bu yağmurda dışarıda kalma, eve gel" demek için telefona uzandığını ve olayların geliştiğini, saçma bir gülme krizi ardından tüm vücudunu garip bir acı sarmasını ve ağlamasını hatırlıyordu. Sonra hiçbir şey hatırlamadığını... Kendine geldiğinde uzunca bir süre oturup düşündüğünü, sonra üzerine hiçbir şey almadan ayağındaki terliklerle o havada dışarı çıktığını, bankaya gittiğini ve para çekmeye çalıştığını hatırlıyordu. O an yaşadıkları canlandı gözünde.

...

Kaçacaktı, kaçmalıydı. Gerçeklerden, duyduklarından, çevresinden, her şeyden kaçmalıydı. Durmamalıydı orada, nasıl durabilirdi? Üzerindeki incecik şeylerle, terlikleriyle o yağmurun altındaydı ve binlerce soru vardı kafasında. Her yağmur damlası kadar soru ve yerdeki kuruluk oranı kadar cevap vardı zihninde, yani hiç. "Eve gidip eşyalarımı toplayıp mı kaçmalıyım, yoksa hiçbir şey almadan mı?" diye düşündü ilk. Sonra nereye gidebileceğini... Annesinin yanına gitmek istemiyordu; bir bavul, ağlamaktan şişmiş iki göz, üstünün başının hali aklındaki sorular kadar soru duymasına sebep olacaktı. Arkadaşına gitmek geldi aklına ve tekrar acı bir şekilde gülerek "arkadaşım mı var sanki" dedi. Gidecek bir yeri, yapacak bir şeyi yoktu. Elindeki bankadan çektiği paralara baktı bi' otelde kalmaya yetecek kadar değildi, sadece taksi parasına yeterdi. Eve dönüp tüm kapıları, pencereleri kapamayı ve hiçbir ışığı açmamayı düşündü. Daha sonra bu fikri benimsedi ve gidip kendini eve kitledi. Yine oradaydı işte, o "hapishanede". Dünyanın en güvenli hapishanesindeydi belki de. Duyduklarının ve yaşadıklarının çok büyük bir kabusun ürünü olduğunu düşünmek istiyordu. Yağmurla birlikte bitsin, sabah gün doğunca da güneşin yerdeki suları kurutmasıyla tüm zihni temizlesin hiçbir şey hatırlamasın istiyordu. Asla gerçekleşmeyecek şeyleri istiyordu yani... Üzerindekileri değiştirme zahmetinde bulunmadan bir köşeye çöktü, kahküllerinden gözlerine doğru yağmur suları damlayıp gözyaşlarına karışıyordu. Hayatında ilk kez güvendiği adam tarafından aldatılmıştı. Tam her şeyini kaybettiğini düşündüğü anda karşısına çıkan ve onu hayata bağlayan adam başka birini tercih etmişti. Nasıl iğrenç bir şeye alet olduğunu düşünüyordu. Yanakları alev alev, elleri ise buz gibiydi. İçindeki fırtına yüzünden bedeni kendiyle çelişmeye başlamıştı. Korkuyordu... En tatlı rüyadan en acı kabusa adım atmıştı ve bu çok erken olmuştu hazır değildi böyle bir şey yaşamaya. Tanıştıkları an geldi aklına. Bir köşede tek başına dururken onu görüşünü ve vuruluşunu... O gece üzerinde olan kırmızı elbisesinin kendine ne kadar yakıştığını hatırladı ve o an sevgilisini aradığında duyduğu o kadının iğrenç sesi yankılandı kulaklarında. Bir şeylerden almalıydı hıncını ve bu elbise olacaktı. Odasına gitti makası buldu ve dolabını açtı her şeyi sanki başına o elbise açmış gibi almaya başladı hıncını, her makas darbesi daha çok ağlamasına ve deminden beri boğazında düğüm yaratan çığlıkların açığa çıkmasına sebep oldu. En sevdiği oyuncağını yitirmiş bir çocuk gibi ağlıyor, bağırıyor ve dövünüyordu. İçindeki yangının iliklerine kadar yayılmasına tanık oluyordu. Sonra 1 hafta önce aldığı gelinliği çarptı gözüne dolaptan ilk geçmişten almıştı intikamını ve şimdi de şuandan ve gelecekten almalıydı, 1 saniye bile düşünmeden parçaladı gelinliğini... Şimdi daha da karanlıktaydı, boğuluyordu ve çıkış yolu aramıyordu. Karanlık onu yutsun istiyordu. Rüyasından erken uyanmıştı ve kabustaydı elinden gelen en iyi şey boğulmaktı... Kendini, kendi içinde öldürmüştü o gece ve söz vermişti kendine " yeniden doğacaktı ". Acılarla birleşip yeniden doğacaktı...

...

Doğmuştu da, bir acı öldürmüştü onu ve bir acı yeniden doğurmuştu. O günden beri bambaşka biri olmuştu. Yağmura olan nefretinden dolayı bir süre ağladı ve sonunda sustu, hiçbir şey olmamış gibi, tıpkı bir çocuğa sarılır gibi yine onu doğuran acılara sarıldı ve sustu...

...

Bir gidiş öldürmüştü onu ve bir gidiş doğurmuştu onu, acılarıyla birlikte ölüp acılarıyla birlikte doğmuştu...

10 Ağustos 2012 Cuma

Tüm eşyalarını doldurmaya başladı valize büyük bir hızla. Kaçacaktı, bu sefer yapacaktı. Renklerin solduğu yerden kaçacaktı, gölgelerin onu takip etmesine izin vermeyecekti. Telefonunu attı yatağın üzerine, çantasını aldı ve dışarı çıktı. Bindi arabasına, çalıştırdı. Hız yapmayı sevmezdi ama şimdi birinden kaçarcasına basıyordu gaza. Kaçıyordu zaten, tüm yalanlardan, sahte çevresinden, gölgelerden... Saçma bir rahatlık kaplıyordu bedenini her km'yi arkasında bıraktıkça. Maskelerini bir bir fırlatıyordu yol kenarlarına. Simsiyah gökyüzünde parlayan yıldızlar gibi parlıyordu gözleri, ağlıyordu. Sevinçten... Hem de ilk kez. Kaçtığı için seviniyordu. Gecenin içinde bilinmezliğe yol aldığı için, hayatı boyunca ilk kez bu kadar cesur olduğu için, ilaçları geride bıraktığı için, kanını emen vampirlerden kaçtığı için, sahteliğinden kaçtığı için seviniyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi ve olmayacaktı. Bir anılarını bırakamıyordu geride ama o da çok önemli değildi, hiçbir şeyi unutmak istemiyordu çünkü. Unutursa anlamı kalmazdı gidişinin. Yaşadığı süre boyunca bir kabusun içindeymiş gibi yaşadı ve şimdi uyanmaya başlıyordu, uyandığında hiç unutmayacağı bir kabusa ve bambaşka bir kişiliğe sahip olacaktı. İnanıyordu bunlara, gecenin siyah olduğuna inandığı kadar. Ağzında susmanın vermiş olduğu o garip ama bir o kadar da güzel tat, gözlerinde yaşlar, bedeninde ise tanımlayamadığı duygular vardı. Ruhu ilk kez serbestti ve ilk kez ruhu bedenini değil de, bedeni ruhunu izliyordu. İlk kez özgürdü ve kaçıyordu. "Aydınlığa doğru". Yolun sonu karanlık olsa da yine de onun için aydınlık olacaktı dedim ya bedeni izliyordu ruhunu... Her şeyi göze almış bir kadın vardı o gece arabada, en sevdiği oyuncağını kaybetmiş gibi ağlayan o küçük kız gitmişti. Ardında bıraktığı km'ler onu değiştirmişti ve daha da değişecekti. Ta ki gecenin karanlığında son nefesini verene dek...

9 Ağustos 2012 Perşembe

Akıl Hastahanesindeki Bir Adamın Güncesi 2

Yeni bir ilaca başlattı beni doktor. Her şeyin güzel olmasını ve etrafımdaki şeyleri güzel görmemi sağlayacakmış. "Uyuşturucu mu vereceksin bana?" dedim, şaka yaptığımı zannetti ve güldü. "E doktor ben yalanları görmek istemeseydim zaten uyuşturucuya sarılırdım. Bana burada boşuna ilaç veriyorsunuz, ben sadece burada vakit geçirmek istiyorum çünkü buradaki insanlar herkesten çok daha akıllı" dedim. "Hadi ilaçlarını iç" dedi, neden gözleri gerçeklere kapalı ki... Sanki yemin etmişler gerçekleri görmemek için, ne var bu kadar yalanlarda anlayamıyorum. İnsanlar, onlar olmadan yaşayamayacaklar gibi davranıyorlar. At gözlükleri, sağır kulaklar ve sürekli yalanları aktaran bir dil... Vücudumuzun böyle şeyler yapalım diye yaratıldığını düşünmüyorum. Her şeyi olduğu gibi görmek varken kaçmak niye... Bunca yıldır yaşıyorum ama hala bu soruma yanıt bulamadım. Her neyse... İçtim ilacı dün gece, söz dinledim yani. Uyuttu beni, saatlerce. Uyuyunca mı geçecek her şey? Hiç zannetmiyorum... Çocuklara anlatılan masallardaki gibi yaşamama sebep oluyor ilaçlar. "Uyandığında her şey değişecek" dercesine uyutuyor. Masal yaşını çoktan geçtim ben, büyüdüm. Yalanları kabullenenlere göre ise çok daha büyüğüm. Uyanınca saçma sapan bir his kapladı bedenimi, vücudumu öyle garip hissettim ki sanki bana yabancıydı. Bedenim bi' yana ruhum bi' yana eğilmişti sanki, o kadar garipti ki anlatamıyorum tam olarak. Ruhum bedenime sığmadı diyebilirim sanırım, tıpkı benim bu koca dünyaya sığamadığım gibi... Bana ilaçlar verdiler ama bir şeyi atladılar, uyuşmak gözlerimi kör edemez ki...

7 Ağustos 2012 Salı

Akıl Hastahanesindeki Bir Adamın Güncesi 1

Hepimizin var bi' karanlık yolcusu. Çoğu insan onu görmek, tanımak istemiyor. Bu yüzden sarılıyorlar yalanlara, bu yüzden sahteleşiyorlar. Yalanlara inanmak basit çünkü, kolaya kaçıyorlar. Karanlığını kabullenmeyen, yalanlara sarılan insanları sevmiyorum ben. Sahi, yalanlar içinde nasıl yaşayabiliyorlar? Nasıl da alışmışlar yalanlara, nasıl da çıkarcılar, benciller... Kan emici gibiler. Hep beraber karanlıklar denizinde yüzüyoruz aslında, gerçeklere ve acılara çarpıyoruz, nasıl hissetmiyorlar onları? Nasıl yoklar gibi yaşıyorlar? Anlayamıyorum... "Normal değilsin" diyorlar bana, onlar mı normal? Kör, sağır ve dilsiz gibi mi "yaşamak" normallik? Hatta şu halimize yaşamak mı diyorlar? Sadece nefes alıyoruz, hatta yeri geliyor onu bile beceremiyoruz. Çok abartmayalım şu halimizi, yaşayan ölüler olduğumuzu kabul edelim istiyorum... İlaçlar veriyorlar bana "ölü değilsin" diyorlar, "şu hapı iç bak daha iyi hissedeceksin, her şey çok güzel olacak" diyorlar, masal anlatıyorlar yani. Soruyorum onlara "ben bu ilacı içince gerçekler yok mu olacak? Dünya'da barış mı sağlanacak? Gidenler geri mi gelecek? Her şey güzel olacak diyorsun peki "güzel" ne?" cevap alamıyorum anlamsız bir boşlukla yüzüme bakıyorlar. "Deli" diyenler var arkamdan, delilere hakaret ediyorlar. Her hapla daha da uyuşuyorum. Önceden hemşire gittikten sonra atardım hapları, şimdi başımda dikiliyorlar. Kararlılar yani beni uyuşturmaya, neyse ona da eyvallah. Hiç değilse gerçekleri gören insanlarla beraberim, bu yetiyor bana. Düşünüyorum sürekli, düşünme diyorlar bana, "boğuluyorsun" diyorlar evet ben boğuluyorum onlarsa izliyorlar benim bu halimi, belki zevk alıyorlar. Onlara diyeceğim tek bir şey var "SİKTİRİN GİDİN, YALANLARINIZA İHTİYACIM YOK"

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Bir Adamın İntihar Mektubu.

"Ölümümden kimse sorumlu değildir" demeyeceğim. Herkes sorumlu çünkü. Kimse yanımda olmak istediği için olmadı, hep kanımı emdiler, ailem bile beni terk etti. 4 duvar arasında yaşamaktan bunaldım, duvarları aşıp özgür olmaya karar verdim. Şimdi arkamdan ağlasanız bile 3-4 gün sonra unutacaksınız her şey bitecek biliyorum. Belki ara ara hatırlar, yalandan hüzünlenirsiniz arkamdan. Şuan hiçbir şeyden korkmuyorum. Önümde haplar var ve ben onlara bakıyorum. İntihar bir baş kaldırış benim için, daha çok da bir kaçış. Bulunduğum 4 duvardan, bu sahte hayattan, sahte insanlardan, yalanlardan... Aklınıza gelebilecek her şeyden kaçış. Bu dünyanın yükünü omuzlayabilirim sanmıştım ama yanılmışım. Birazdan hapları içeceğim ve bitecek, her zaman ensemde hissettiğim ölümün nefesi iliklerime işleyecek. Daha önce düşünmüş ama denememiştim, bugün her şeyi tamamen bitirmeye kararlıyım. Daha önce denemememin sebebi ise hep başkalarını düşünmüş olmam.. Arkamdan üzülürler, onlara bu acıyı yaşatmaya hakkım yok gibi düşünceler. Kendi isteğimden çok başkalarını öne süren düşünceler... Ne kadar saçma değil mi? Kimin, kimin için öylesine değeri var? Öyle inanmışım ki yalanlara sanki hayatımdakiler için çok değerliymişim gibi düşünmüşüm... Gerçeklere uyandım, ilk doğduğum an gibi yalnızım ve ölümü istiyorum. At gözlüklerini atıp, çırılçıplak soyunuyorum ölümün karşısında. Önceleri, beklenen ama gelmeyen bir sevgili olarak görürdüm onu. Ama şimdi gelecek beni ızdırabımdan kurtaracak, en gerçeklere taşıyacak, gri kavramının olmadığı bir yere götürecek biliyorum. Bir dostu bekler gibi bekliyorum onu.  Birinci hapı içtim şimdi, tadını çıkararak yapmak istiyorum bu işi. İkinci hap "hadi beni de iç" diyor sanki, gülüyor bana. Beni çağırıyor... Nasıl kırabilirim onu? İkinciyi de içtim... Karanlık yanım belirdi birden yanımda. Bana bakıp gülümsüyor "sonunda karar verebildin" diyor. Çocukluğumdan beri düşünüyordum çünkü ölümü, babam anneme her vurduğunda bir adım daha yaklaşıyordum ölüme ama bir türlü varamıyordum. 7 yaşımda istemeye başladım ben ölümü, kendimi anlayabildiğim andan itibaren yani... O da beni pek istememiş sanırım o zamanlar ama bugün kavuşacağız inanıyorum. Neyse... 28 hap daha var önümde. Gözümün önünden geçiyor anılarım, fotoğraf albümü gibi. Hiç şen kahkahalar yok, ağlamak yerine güldüğüm anlar var sadece. Ne kadar sahte bir hayatmış bu yaşadığım... Nasıl dayanmışım? Hayret ediyorum kendime. Bugün bana "sen çok güçlüsün" diyen "hayır" dediğimde inanmayan insanlara cevabım olacak. Bu sahteliğe katlanacak kadar güçlü değilim... Kalan 27 hapı içecek kadar güçlüyüm sadece, kaçıp ruhumu kurtaracak kadar yani. Evet, 3.hapı da içtim. Bir bir boşalıyor hap bölmeleri, zevkle yapıyorum bunu ve gülümsüyorum hem o hapları içerken hem de yazarken. Düşen bir at gibiyim, vurulmam gerek. Yapacak kimse olmadığı için bunu ben yapıyorum, kendi ellerimle tadıyorum ölümü. Daha fazla yavaşlatırsam bu işi birileri bir şekilde yoluma taş koyabilir. 27 hapa daha merhaba diyorum ve içiyorum. Ben ölüyorum, siz yaşamaya devam edin. Tabi becerebilirseniz...
Eskisi gibi dökemiyorum duygularımı yazıya, acılarımı kusamıyorum. Yazmak istiyorum ama cümlelerimi yitiriyorum. Neler oluyor bana hiçbir fikrim yok. Her şey eskisinden de kötü sadece. Eskisinden de kötü... Yalnızlık kötü, insanlar kötü, hayat kötü. Her şey eskisinden de kötü işte. Bilinmezliğin içinde savrulup gidiyorum.

3 Ağustos 2012 Cuma

Saat çalışıyor. Tik, tak, tik, tak, tik, tak...

Her geçen saniye ölüme yaklaşıyorum ve korkmuyorum. Ölüm bir belirsizlik, hayat gibi. Bizi neyin beklediğini bilmiyoruz. Sadece daha net şeyler olacak orada "gerçek mutluluk" ve "acı" gibi. Her şeyin daha gerçek olduğu bir yere gideceğim neden korkayım ki? Bizim dünyamızda "mutluluk" unutulmuş... Yalanlara o kadar inanılmış ki, unutulmuş. Birinin gülüşünün, yanında insanların olmasının adı mutluluk konmuş. Bizim dünyamızda "gerçek" de unutulmuş. Yalanların adı gerçek konmuş hatta. Gerçeğin "acı" olduğu unutulmuş. Ne kadar saçma değil mi? Her şey unutulmuş, değiştirilmiş, saçma sapan yeni anlamlar kazanmış. Gerçekler yenilmiş; acımasızlık, bencillik, yalancılık kazanmış. Tüm bunlara rağmen her şey "yeterli" görülmüş. Hiçbir şey yeterli değil ki. Kabullendiğimiz gerçekler yeterli değil, okuduğumuz kitaplar yeterli değil, yazdıklarımız yeterli değil, yaşadıklarımız yeterli değil, aldığımız nefes bile yeterli değil... Çoğu sahtelik içerirken nasıl yeterli olabilir ki?

Saat çalışmaya devam ediyor. Tik, tak, tik, tak, tik tak...

Belki öleceğim bugün. Hiçbir şey bilmiyorum. Büyük bir bilinmezin içinde savurulup gidiyorum. Dalından düşen bir yaprak gibi değil miyiz hepimiz? Nereye savrulacağımız ve birinin ne zaman üzerimize basacağı belli değil. Hayat belirsiz, insanlar anlamları da belirsizleştiriyor, sürekli değiştiriyor. Neyin anlamı kaldı? Ne eskisi gibi? Her şey olmaması gereken bir düzende... Ve burası böyleyken ben ölümden korkmuyorum. Yalanlara gözlerimi kapayıp, en gerçeklere gözümü açmak istiyorum. Bir gün olacak bu, o günü bekliyorum.

Ölüme 1 dakika daha yaklaştım, saat çalışıyor hala. Ne zaman duracak bilmiyorum. Tik, tak, tik, tak, tik, tak...

2 Ağustos 2012 Perşembe

Olmayana Dair - 1

Gidelim mi birlikte? Kaçalım buralardan. Her yer, her şey çok sahte. Senin canını sıkmıyor mu bu durum? Benim çok sıkıyor... Nereye mi gidelim? Sahteliklerden uzak olsun da fark etmez benim için. Dağlardan başka bir şey olmayan bir yer bile olur, yeter ki gerçek olsun. İnsanlar olmasına da gerek yok, fazla sahteler. Birbirimize yeteriz. Sen gerçeksin, ben de. Bu yetmez mi? Bence yeter. Gözlerini kapat ve hisset, bambaşka bir yerde olduğumuzu düşün. Sadece ikimizin olduğunu, güneşin doğuşu ve batışı kadar gerçek bir yerde olduğumuzu düşün. Gece gibi karanlık, gündüz gibi aydınlık olacağımız anları düşün... Güzel değil mi? "Huzur"a inansam "huzurlu" diyeceğim... Olmaz mı dersin? Ben olacağına inanıyorum. Gidelim n'olur... Boğulacaksak da orada boğulalım, hiç değilse buradaki gibi "yalanlar denizi" değildir orası. Gerçeklerde boğulalım, olmaz mı? Birkaç parça kıyafet, yaşamımızı sağlamak için gereken şeyler, ikimiz için defter ve kalemler... Başka hiçbir şeye ihtiyacımız yok. En çok birbirimize ihtiyaç duyuyoruz, hala farkında değil misin? Hep birlikte olmayı vaat ediyorum sana. Hadi gidelim. Ben hazırım. Ya sen?

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Ağla. Aksın gözyaşların, serbest bırak onları... Acıların yıkasın seni şimdi, tam zamanı. Islatsınlar yanaklarını, kalbindeki yangını daha da alevlendirmez bu yaşlar merak etme. İzin ver de dökülsünler göz pınarlarından. Ağla hadi, tıpkı doğarken ağladığın gibi, küçükken istediğin bir şey olmadığı zamanlarda ağladığın gibi, ilk hayal kırıklığını yaşadığında ağladığın gibi... Ağla... "Biri gözyaşlarımı silecek mi?" diye sorma bana. Çoğu zaman bunu kendin yapacaksın, yapamazsan ne anlamı kalır acılarının? Onlar senin, sana ait. Sen sileceksin acılarının somut kanıtlarını. Hadi güçlü ol ve ağla. Ne? Sana "güçsüzler ağlar" mı dediler? Yalan söylemişler... İçini boşaltmayan günden güne biriken biri ne kadar güçlü olabilir ki sence? Sürekli yalandan gülümseyen, gözyaşlarını kalbinde biriktiren birinden bahsediyoruz... Güçlü müdür ki o kişi? Sen illa güçlü olmak mı istiyorsun peki? Tamam o zaman söyleyeyim sana nasıl güçlü olacağını. Her ağladığında acılarına sarıl ve kabullen onları, güçlü olmak istiyorsan işte sırrı bu. Hadi, korkma ağla. Boşalt içini ve ağla. Acılarını kabullendikçe iyi hissedeceksin inan bana. Yalan mı söylüyorum sana? Doğrularım da yalan geldi çoğu insana sorun değil. Dene ve gör olacakları, şimdi tam zamanı, hadi ağla...