29 Aralık 2012 Cumartesi

Bilinmezliklerin arifesindeyim. Gelecek ne getirecek bilmiyorum ama nefes almak istiyorum. Belki de son günlerim hayatta, hiçbir bilgim yok. Ciğerlerimi doya doya hava ile dolduramadan ölmek istemiyorum. Biri oturuyor sanki üzerime ne zaman nefes alacak olsam, boğuyor beni. Hiçbir şey yapamıyorum. Tüm çaresiz insanlar gibi gecenin karanlığında da boğuluyorum, gün içinde boğulduğum yetmezmiş gibi. "İyisin" diyorlar, "iyi olacaksın" diyorlar bana "nasılsın?" demeden. Hiçbir şey bilmeden bana bir şeyleri yapmamın zorunluluğunu gösteriyorlar. Komik... İçten bir "nasılsın"ın yerine zorunluluklar koymaları çok komik. Elbet duydum o soruyu, hatta duyuyorum bazen. Zamanında "nasılsın?" diyenler gitti, kalanlar da gitmeye hazırlanıyor. Nefes alamamak, yalnız kalmak, gelecekten korkmak uykularımı kaçırıyor. Bir de rüyalarım var. Çok sevdiğim rüyalar alemi de artık bana ters davranıyor "uyan" diyor sanki, "uyan, yeter artık. Boğuluyorsun bak!" diyor. Göğüs kafesimde korkularım, pişmanlıklarım, üzüntülerim; damarlarımda eksikliğin zehri var. Kaçış yok... Zehre rağmen nefes almadan ölmek istemiyorum.

28 Aralık 2012 Cuma

Midem bulanıyor. Çocukken söylediğim gibi yalan söylemiyorum şuan, korkularımdan midem bulanıyor. Bir insana uzun zaman sonra güvenebilmek beni korkutuyor ve bu yüzden midem bulanıyor işte. Bunlara kaybetme korkusu da eklenince çocukken yaptığım gibi kaçmak istiyorum korkularımın olmadığı bir yere. Ama yapamıyorum. Bir şeyleri berbat etmemek adına çakılıyorum olduğum yere, pişmanlık duymak istemiyorum. Kalbimi bu kadar iyi görebiliyorken onu yine kutulara kitlemek istemiyorum. Ama dedim ya, bir yandan da korkuyorum. Kalbim şimdi hapsolduğu kutulardan çıkmışken ya kırılırsa diye çok korkuyorum. Terk edilme düşüncesi bile yakıyor beni. İnsanlar o kadar kötü ki... Hiçbir şey düşünmeden çekip gidebiliyorlar bazen, birbirleri ardına sıralayabiliyorlar yalanları. Korkuyorum bir yerlerden bir yalan çıkacak diye, kalbim kırılacak diye, bu da acı ile bitecek diye, yanılacağım diye... Midem bulanıyor.

24 Aralık 2012 Pazartesi

"Affet beni kızım, affet."

9 yaşındaydı Berna. 10 yaşına adım adım ilerliyordu eksik parçalarıyla. Mutsuzluk ve acıyla 6 yaşında tanışmıştı, yani annesi ile babası ayrıldığında... Bir savaş meydanından en büyük hasarla çıkmıştı Berna, her gece ettiği dualar kabul olmamış, küçücük elleriyle sarıldığı hayaller ellerini kanatarak onu bırakmış ve yaralı ellerine "hayal kırıklığı"nı tutuşturmuştu. Aile kavramını hiçbir zaman tam anlamıyla yaşamamış olan küçük kızın yanında artık hayalleri değil de hayal kırıklıkları vardı. İlk kez yaşamıyordu da hayal kırıklığını. Babasının onu sevdiğini sadece 1 sefer hissetmişti ve o zaman tanışmıştı hayal kırıklığıyla. Bir gece uyumamış, bebeğine sarılmışken odasına birisinin girdiğini fark etmiş ve hemen indirmişti göz kapaklarını. Ayakları her zamanki gibi yorganın dışındaydı ve biri öptü o ayakları, nefesini tuttu Berna uyanık olduğu anlaşılmasın diye, ayağına batan sakallardan anladı babası olduğunu. O gece mutluluktan ağlayarak uyudu, "babam beni seviyor" diye. Sonraları her gece bekledi onu odasına gelsin diye ama bir daha eve bile gelmedi babası, işte o zaman küçük kız ilk hayal kırıklığına dedi "merhaba"yı. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Her çalan telefona babamdır belki diyerek koştu ama hiçbir zaman onu bırakıp giden adamın sesini duymadı. Annesine soruyordu babam beni neden aramıyor diye, ağlıyordu. İstediği oyuncak alınmadı diye ağlaması gereken yaşta yoksunluktan, babasızlıktan ağlıyordu. Öldü mü diye soruyordu bazen de, "öldü mü? ne olur söyleyin. babam beni neden aramıyor? neden görmeye gelmiyor?" diye haykırıyordu. Annesi de "yok kızım, babanın işleri var ondan gelemiyor. Aradığında da sen evde olmuyorsun, seni çok özlemiş" diyerek geçiştiriyordu. İnanmıyordu Berna, ama inan-mış gibi yapıyordu. Bir gece odasına giderken annesinin odasından sesler geldiğini duydu Berna, adımları duyulmasın diye parmakuçlarında yürüdü ve dayadı kulağını kapıya. Bağırıyordu annesi, "o senin de kızın, seni özlüyor. Bizim için her şey bittiyse de ona babalık yapmak zorundasın" diyordu. Dondu küçük kız, "istemiyor" dedi yavaşça ve gitti odasına. Yastığının altına sakladığı, her gece dua ederken baktığı aile fotoğrafını çıkardı, ağlayarak yırtmaya başladı. Uykusunda bile "istemiyor" diye sayıkladı. Suskunlaştı Berna, babasını sormamaya başladı, gülmemeye başladı, doğru düzgün yememeye başladı, derslerindeki başarısı düşmeye başladı, kısaca tükenmeye başladı Berna. Tükendi, hem de çok. 3 yılda 10 yaş daha büyüdü sanki ama o kadar eksikti ki... Kar yağmıştı Berna'nın 10.yaş gününde Ankara'ya, her yer bembeyazdı. Ama ne çok sevdiği kar umurundaydı Berna'nın ne doğum günü. Aklı hala 3 yıl öncesinde, o gecedeydi. Hiçbir şeyi unutmamıştı. Doğum günü hafta içine denk geldiği için o gün okuldaydı, arkadaşları sürpriz yapmışlardı ona ama o sevinememişti bile. Son zil de çaldı, dağıldı okul. Okuldan en son Berna çıktı, kapıda da onu gördü. Babasını. Elinde bir paket bekliyordu, Berna'yı görünce sanki hiç onu bırakmamış gibi gülümsedi. Ama öfkeliydi küçük kız, gözlerinden birkaç damla yaş aktı ve ne yapacağını bilemedi. Önce onu bekleyen babasına baktı, sonra da etrafına ve kaçmak için yola atladı Berna. Gelen arabayı fark etmeden atladı yola... Babası hiçbir şey yapamadı bağırmaktan başka. Kanlar içinde yatıyordu 3 yıl önce bırakıp gittiği kızı. Başka bir kadın ve başka bir çocuk için bıraktığı kızı çok sevdiği karların içinde yatıyordu. Kalabalık toplandı hemen, bir süre hareket edememişti ama sonradan koşarak gitti yanına babası. "Yazık çok da küçük, ilk yardım yapmaya çalışan adam öldüğünü söyledi çok yazık" gibi konuşmaları duymadı adam. Sarıldı kızının cansız bedenine ve aktı gözlerinden yaş. Terk ettiği kızı ölmüştü onun yüzünden ve sadece tek bir cümle döküldü adamın dudaklarından "affet beni kızım, affet."

7 Aralık 2012 Cuma

...

Tüm kusurlarınla sevdim seni. Tepemizdeki o sırça fanusa rağmen,* o ekşimiş havaya rağmen,** ölümle değil de benimle kucaklaşmayı tercih etmeni sevdim. Daha önce başka kadınlar sevdiğini, başka kadınlar öptüğünü bilerek sevdim seni. Tüm susuşlarını, alaycı ve sahte kahkahalarını sevdim. Tüm yara izlerinle sevdim, korkmadım onlara dokunmaktan. Ellerimin ellerinle birleşmesinden korkmadım. İlk kez cesurdum ben, hala da cesurum. Beni, sen "ben" yaptın. Sana minnettarım. Sana tüm bunları bu şekilde söylemek çok acı. Yağmur başladı şimdi, sağanak... Sen seversin yağmuru, ona teslim olmayı seversin. Ben de sana teslim olmayı sevdim, şimdi de senin sevdiğin gibi yağmura teslim oluyorum işte. Saçlarıma, yüzüme, dudaklarıma çarpıyor damlalar. Sanki sen dokunuyormuşcasına seviniyorum. Senin yaptığın şeyleri yaparak seni hissediyorum. Ben her anımı son görüşmemizmiş gibi yaşadım seninle. Hiç diyemedim ama hiçbir şeyden pişman değilim, merak etme. Her gün ölümden sıyrılıp sarılırdın bana, hiç ummazdım bir gün bana sarılacağın anda ölüme sarılacağını. Şimdi sen toprağın altındasın, ben ise üstünde, hala sırça fanusun içerisindeyim. Bir gün geleceğim yanına ve kucaklayacağım seni. Ölümle birlikte kucaklayacağım seni.

...

-kadın'dan son sözler
Dünya değişiyor. Her gün biraz daha fazla. Farkına varmasak da biz de değişiyoruz. Ne bakışlarımız aynı, ne duygularımız. Gülüşlerimizden hiç bahsetmeyeceğim, onların doğallığını çoktan verdik toprağa. Hayal kırıklıklarımızın yanında gömülü. Aslında çoğumuz berbatız ama bir maskenin arkasındayız. Saklanmak öyle kolay ki o maskenin ardında... Ama yaşamak çok zor. Maske ağır. Çoğu insan istiyor ölmeyi, istemeye de devam edecek. Her gece devam edecek düşlerinde uyku haplarını içmeye, düşlerinde kucaklaşacak ölümle. Bir dostla kucaklaşırcasına kucaklaşacak hem de. Düşlerinden uyandığında yapamayacak ama, boş gözlerle yeniden bakacak dünyaya ve dünyayla birlikte değişmeye. Yine takacak maskesini, yitirecek benliğini.  Gülüşleri gibi duygularını da kaybedecek, bakışlarını da. Bir gün öyle bir raddeye gelecek ki kaybedecek "son" insanlığını da.

5 Aralık 2012 Çarşamba

Çılgın Kızın Aşk Şarkısı

Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya;
Yeniden doğuyor açınca gözlerimi.
(Kafamın içinde yarattım seni galiba.)

Yıldızlar dans ediyor mavilerle, kırmızılarla;
Dörtnala geliyor keyfince karanlık:
Yumuyorum gözlerimi yıkılıp ölüyor dünya.

Beni büyüyle çektin yatağa, bunu düşledim,
Şarkılar söyledin çılgınca, delice öptün.
(Kafamın içinde yarattım seni galiba.)

Tanrı düşüyor gökten, sönüyor cehennem ateşleri;
Çekip gidiyor melekler de, şeytanın adamları da:
Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya.

Söylediğin gibi dönersin demiştim,
Ama yaşlanıyorum artık, unuttum adını.
(Kafamın içinde yarattım seni galiba.)

Bir fırtına kuşunu sevmeliydim senin yerine;
Bahar gelince gökyüzünü basarlar hiç değilse.
Yumuyorum gözlerimi, yıkılıp ölüyor dünya.
(Kafamın içinde yarattım seni galiba.)
Sylvia Plath
Smith College ‘54

29 Ekim 2012 Pazartesi

Yollardayım, ezberliyorum kaldırımlardaki her bir taşı. Yağmur ıslatıyor yanaklarımı, benim akmayan gözyaşlarıma karşılık. Biraz da sarhoşum, sendeliyorum. Arada kahkahalar atıyorum, söylediklerin geliyor çünkü aklıma. Hiç gitmeyeceğim deyişlerin geliyor. Ama bak şimdi gittin, ben ise yollardayım. Yürüyorum boşluğa doğru, içimdeki zehri kusmaya çalışıyorum. İçkileri kendime ilaç eylemeye çalışıyorum. Ama olmuyor, hiçbir şey iyi gelmiyor. Her şey kabus gibi. Gündüzler gündüz değil, geceler gece değil. Çok sevdiğim gün ışığından kaçar oldum, odama giren güneş ışığını yeni bir umut olarak adlandıran ben artık kaçıyorum. Her şeyi 5 saniye önce yaşamışım gibi hatırladığım için hafızama lanet ediyorum. Sızdığım anlarda rüyalarımda tekrar tekrar gidişini görüyorum, çok bunaldım. Kaçıp gitmek istiyorum ama nasıl ederim bilmiyorum. Hiçbir yere ait değilmişim gibi hissediyorum, kendime bile ait değilmişim gibi. Giderken her şeyi yakıp yıktın sanki. Oturduğum ev benim değil, geceleri yatıp uyumaya çalıştığım yatak benim değil, aynada gördüğüm çökmüş yüz bile benim değilmiş gibi. Sen gittin ve her şey tükenmeye, herkes ölmeye başladı. En başta da ben öldüm, en başta da ben...

28 Ekim 2012 Pazar



Çok uzaksın. Ellerindeki o eski sıcaklık yok, tutamıyorum. Gözlerinin içine bakarak hayat bulamıyorum artık, buna izin vermiyorsun. Artık konuşamıyoruz bile. Sözcükler de öldü aşk gibi. Yan odada olmana rağmen aramızda kilometreler var sanki. Aynı evde yaşayan yabancılara dönüştük. Ne komik değil mi?.. Bir saniye benden ayrı kalamayan sen, hapsediyorsun kendini dört duvara yüzüme bile bakmıyorsun. Bir saniye senden ayrı kalamayan ben şimdi senin yokluğuna alışmaya çalışıyorum. Sana diyemediklerimi satırlara döküyorum. Bir şeylerin değişmesi için yalvarıyorum sürekli Tanrı'ya. Senin uzaklaşmanla kötüleşiyor her şey, elini çektiğin her şey kuruyor. Ben de kuruyorum görmüyorsun, dünden beri ne kadar değiştiğimi fark etmiyorsun. Yarın daha da değişeceğim ve böyle böyle bir gün hiç tanıyamayacağın birine dönüşeceğim. Ve o gün her şey için çok geç olacak. Sen gelsen de tekrar, ben kurumuş olacağım. "Korkma, ben varım" demiştim sana, ben varım sen yoksun. Ne yapacağımı bilemiyorum. Sen yoksun sanki hiç olmamışçasına. Bir rüyayı yaşamışımcasına yoksun. Ne yapacağımı bilemiyorum, sen yoksun...

26 Ekim 2012 Cuma

Gidiyorsun, ellerin ellerimden kayıp gidiyor. Yakın zamanda geleceğim diyorsun ama "yakın" yakın değil, bunu bilmiyorsun. Bir araba alacak seni ve götürecek uzaklara, yollara kokun yayılacak. Başını bu gece benim omzuma değil de arabanın soğuk koltuğuna koyacaksın. Saçların önüne gelecek ve sinirli bir şekilde düzelteceksin onları, ben bunları kaçıracağım. Geleceğin güne kadar çok şey kaçıracağım, düşüncesi bile acı veriyor. Şimdiden yalvarıyorum Tanrı'ya zaman çabuk geçsin diye... Sen giderken kapatacağım gözlerimi ve benden uzaklaşmanı izlemeyeceğim, özür dilerim sevgilim o kadar dayanıklı değilim. Eve girdiğimde yine şarkılarımızı dinleyeceğim, sen varmışsın gibi oturacağım koltuğumuza. Belki biraz da ağlayacağım, ama kızma bana. Daha önce hiç ayrı kalmadık ki, alışmadım ki yokluğuna. Sen gelene kadar her şey duracak yerli yerinde, geldiğinde her şeyi bıraktığın yerde bul diye. Ben de olacağım bıraktığın yerde, gitmeyeceğim hiçbir yere. Ölüm gelene dek olacağım bıraktığın yerde ve seveceğim seni. Ölüm gelene dek seveceğim seni...

20 Ekim 2012 Cumartesi

Çok zor.

İnsanların gözlerine bakıp da hiçbir şey yokmuş gibi gülümsemek... "İyiyim, bir şeyim yok" demek. Çok şeyim var oysa. Çok fazla zehir var damarlarımda. Yalnızım ben. Kimse yok yanımda. Kavramlar bomboş. Dolmuyor. O kavramları dolduran kişileri gördükçe daha da artıyor zehir. Daha da öldürüyor beni. Sarılıp ağlayan bir baba kızı gördüğümde ölüyorum, gülen bir baba kızı gördüğümde tekrar ölüyorum. Kıskanıyorum tüm babası yanında olan kız çocuklarını. Benim babam bana hiç içten sarılmadı, beni zehirledi ve bıraktı. Çöp gibi. Yalnız kaldım, korktum herkesten. O beni bıraktıysa kim bırakmazdı ki? Kim sarılırdı bana? Babamla gitti güven duygum, geri geldi şimdi babam ama ne zehir gitti ne güven duygum. Her şey hala çok kötü. Her sarılan baba kızı gördüğümde acıyor içim. Çok şey kaçırdım, çok şey kaybettim. Hala da kaybediyorum. Hala zehirleniyorum. Çokça acı var, dinmiyor. Ne kadar istesem de dinmiyor. Korkuyorum. Birine güvenemeden ölmekten korkuyorum. Birine içten gülümseyemeden ölmekten korkuyorum. Bir baba kıza gülümseyerek bakamamaktan korkuyorum. Çok korkuyorum.

10 Ekim 2012 Çarşamba

Cam bir fanusa hapsettim kendimi. Herkesi izliyorum, dinliyorum ama onlardan ayrıyım. Ne ben onlara dokunabiliyorum, ne de onlar bana. Birileri dokunsa yarama çare olacak belki ama istemiyorum. Beni duymasınlar diye çıt çıkarmıyorum, çöküyorum bir köşeye dinliyorum. Yalanları, kahkahaları, acıları... Ben nasıl kalabalıktan uzaklaştım diye düşünüyorum. Korkularım yüzünden mi kaçtım? Olabilir. Yada her neyse. Kaçtım işte. Şimdi cam fanusun içindeyim, izliyorum öylece. Hayatı. Doğru düzgün yaşamayı beceremediğim şeyi izliyorum. "Yaşamasaydım tüm yaşadıklarımı ben de kalabalığın içindeki fark edilmeyen seslerden biri olabilir miydim?" diye çok soruyorum kendime. Her seferinde "ben, şimdiki ben olamazdım" ile bitiyor yanıtlarım. Sorulara verilen yanıtların son cümlesi çok basit oluyor genelde ama oraya varana kadar bir sürü şey ölüyor içimde. Bir sürü şey yorgun düşüyor. Kimseyi istemiyorum, kimse de beni istemiyor zaten. Herkesin var bir acısı, boşluğu sadece doldurmak için başkalarına gülümseniyor işte. Ben yapamıyorum, çok yoruldum. Cam fanusun içinde dinleniyorum. Nefesimin oluşturduğu buğu ile yazmaya devam ediyorum, her şeye rağmen hala nefes alıyorum.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Adamdan Kadına

Yakın gözüksen de ne kadar uzaksın bana... Söylemediğin şeyler var, hissediyorum. "Seviyorum" diyorsun bana, "Seni seviyorum" diyorsun. "Hiç olmadığım kadar dürüstüm" diyorsun ama saklıyorsun bir şeyleri, saklanıyorsun ve unutamıyorsun geçmişi. Unutamadığın kelimelerinden belli, hala geçmişe sarhoşsun sen. Geçmiş günlerin gelmeyeceğini biliyor ve acıyla sarılıyorsun bana. Yakınımdayken uzağım oluyorsun. Ellerim seni arıyor her şeye rağmen, bak işte sana sarhoş olmuşum ben de. Seninle olan geleceğe sarhoş olmuşum. Senin geçmişe olduğun gibi... Yol aynı, sen aynı, bir ben farklıyım. Manzarayı bozuyorum belki. Ama her şeye rağmen buradayım bak, gidemiyorum. Sen gidince ışığı kaybedeceğim için, karanlıktan korktuğum için de değil tüm hücrelerim seni istediği için gidemiyorum. Sana bağlanmışım sanki görünmez bir iple, tutsağın olmuşum. Geçmişte yaşadığın güzellikleri yaşatamam belki sana ama tüm kötülükleri göğüslerim seninle. Sadece ver elini, gidelim. Süslü aşk sözcükleri istemiyorum senden, mutluluk vaatleri istemiyorum, "seni bırakmayacağım"lar istemiyorum. Kötü anlarda bile yanında olacağım diyorum sadece, elini vermen yeterli. Sessizliğin içindeki ses olman yeterli. Vazgeçme. Geçmişten vazgeç demem sana, sönmekte olan ışığından vazgeçme birlikte ayakta tutalım onu, birlikte güzelliğinde sarhoş olalım. Kokun sarhoş etsin beni bırak, elini ver ve başlasın her şey. Ne dersin? Benimle gelir misin?

26 Eylül 2012 Çarşamba

Peşimde.

Karabasanlar gibi üzerime çöküyor varlığı. Yıllardır peşimde. Kanımı son damlasına kadar emmek isteyen bir vampir misali hayatta kalan son hücrelerimi de öldürmek istiyor. Yıllardır aldıkları yetmiyor gibi rüyalarımda bile beni kovalıyor. Kaçıyorum. Ama nafile. Son nefesimi verdiğimi görmeden beni bırakmamaya ant içmiş gibi.

Yoruldum.

Ben kaçmaktan yoruldum ama o peşimden gelmekten yorulmadı. Gölgemden daha yakın, peşimde. Attığım her adımda peşimde, ölüm gibi nefesi ensemde. Terk etmeli her yeri, her şeyi, herkesi. Durmamalı bu yerde, son nefesimi vermemeliyim onun ellerinde. Tükendim. Sayamadığım kadar çok yıl devirdim, o hala peşimde. Bana bahşedilen hayatın cezası belki de. Hiç durmadan, yorulmadan geliyor. Her şeyini kaybetmiş bir adamın olaylara sebep olan kişiyi öldürmek istemesi gibi beni öldürmek istiyor, kovalıyor. Terk etmeli, terk etmeli de  kaçacak yerim de yok neredeyse. Sona doğru yaklaşıyorum hissediyorum. Ölmektense onun ellerinde, gömerim bedenimi toprağa kendi ellerimle! Ona bahşetmem zaferi, yansımasına izin vermem göz bebeklerine.

Peşimde.

Son nefesimi vermeyeceğim onun ellerinde... Vermeyeceğim onun ellerinde...

25 Eylül 2012 Salı

Ben nasıl böyle oldum?

Aklımdaki tek soru bu uzun zamandır. Eskisi gibi gülen, güldüren, herkese bir şeylerin sonunda güzel olacağını anlatan insan değilim artık. Belki insan bile değilim, insanlıktan çıktım belki beni öldüren düşüncelerimle. Kafamdaki makine durmuyor, çalıştıkça ben ölüyorum. Öldükçe her şey saf oluyor hiç olmadığı kadar. Gülmek, sevinmek gibi eylemler içtenliğini yitiriyor. Gülmek artık alışkanlık oluyor, insanlardan korunmak için maske oluyor. Sadece 4 duvar arasında kendim olabildiğim için çıkmıyorum evimden. Kimsenin yüzünü görmek istemiyorum, biliyorum çünkü bana "nasılsın" diye sorduklarında aslında beni merak etmediklerini. Ne kadar kötü değil mi böyle düşünmek... Herkesten kendini soyutlamak, kaçmak. Sahi, ben nasıl böyle oldum? Yaşadıklarım mı beni böyle yaptı? Bilmiyorum. Sadece acıları ve gerçekleri seçebilen gözlerim gittikçe kör oluyor sanki. "O" geliyor ve bağlıyor gözlerimi. Gelişi makinenin daha hızlı çalışmasını sağlıyor, o beni bitiriyor ve ben ona maruz kalıyorum. Nereye kaçabilirim? Cevapları nerede bulabilirim? Makineyi nasıl yok edebilirim? Duygularımı geri kazanabilir miyim? Kalabalığın içerisinde "ben buradayım!" demeden başımı eğip durabilir miyim? Ben insan olabilir miyim? Bilmiyorum. Bu yazamayan ve sürekli düşünen hallerimden korkuyorum. Burası karanlık ve ben ona maruz kalıyorum.

13 Eylül 2012 Perşembe

Mektuplar 2

Son zamanlarda neden uzaksın bana sevgili? Anlatmadığın, konuşamadığın şeyler var hissediyorum. Kus lütfen içini, mürekkep ile dökülsün zehrin. Senin kötü olman demek, benim kötü olmam demek. Öğrenemedin mi? Yanında olduğumu düşün kendini çıkmazlarda hissettiğinde sevgili. Dizlerime yattığını ve benim senin saçlarınla oynadığımı düşün. Biz'i hatırla sevgili, her zaman sana elimi uzattığımı hatırla. Güldüğün ve ağladığın zaman yüzünde oluşan çizgiler kadar yakınım sana. İlla yalnızlıksa tercihin ben hep buradayım unutma. İstediğin sürece hem hayallerindeyim, hem yanında.

Seninle bir akşam vakti izleyelim gökyüzünü, aydınlık sana göre değil bilirim. Hem konuşmamıza da gerek yok, susarak da anlatmıyor muyuz zaten her şeyi, içimizdeki derinliği? Yaz bana sevgili, ne olur yaz. Bir haber et yeter, aklım sende, kalbim sende... Yaz bana sevgili, yaz. Bileyim senin de bizden vazgeçmediğini ve vazgeçmeyeceğini. Kendine iyi bak ve en kısa sürede yaz bana, beni unutma. Uzanan elimi tut, beni unutma. Seni seviyorum, beni unutma. Kendine iyi bak, zor olsa da kendine iyi bak.

6 Eylül 2012 Perşembe

Akıl Hastahanesindeki Bir Adamın Güncesi 4

Durun! Cenaze var!

Bugün ben öldüm. Zihnim bomboş ve hiçbir şey hissetmiyorum. Konuşamıyorum, yazamıyorum. Bu ölmek değil de ne? Kanatlarını oynatmadan uçan bir kuş gibiyim, öylece duruyorum. O kuş nasıl uçuyorsa ben de sadece nefes alıyorum. Bu değil yaşamak, bu olmamalı. Ne korkularım, ne acılarım, ne kederlerim, ne sevinçlerim var. Yalandan bile gülemiyorum! Buraya geldiğimde hiç değilse iyi rol yapıyordum hayata karşı, kendime karşı şimdi elimden senaryoyu aldılar, ben hiçbir şey yapamıyorum! Öldürdüler beni... Cinayet kurbanıyım artık. Katillerim ise doktorlar ve ilaçlar. Yavaş yavaş zehirlediler beni, zehirliyorlar. Üzerimde deneyler yapıyorlar görmüyor musunuz?! Neden biri çıkıp "dur" demiyor, zevk mi alıyorsunuz öldürülüşümü izlemekten?

Durun! Cenaze var!

Bugün ben öldürüldüm. Yalnızca nefes alma hakkı verdiler bana, ellerim bağlı. Öldürüldüm, tüm düşüncelerim, acılarım, sevinçlerim, kederlerim, korkularım zehirli kanım gibi aktı...

2 Eylül 2012 Pazar

Hiçbir şey istediğim gibi olmuyor son zamanlarda. Önceleri de olduğu söylenemez. Yine yalnızım, yine kahvemle birlikteyim ve yine eşlik ediyor şarkılar. Ne zaman fazlası olsa, ne zaman tam güzel bir şey olacak gibi olsa mutlaka bi' yerden bir pürüz çıkıyor. Bir telefon geliyor mesela, duyduğum ses beni o an öldürüyor. Bazen de şımarıklık yapıyorum mesela, istediğim ilgiyi göremediğimden saçmalıyorum. Sanki karşımdaki bana ilgi göstermek zorundaymış gibi davranıyorum... Korkularım var çünkü, peşimi bırakmıyorlar. Her korkumun da bir adı var. Sıfatı değil... Ve bu durumda beni daha çok korkutuyorlar. Korkularımı biraz bastırabilsem bile bu sefer de  düşünceler bırakmıyor peşimi, hep boğazımda düğüm oluyorlar, beynimi kemiriyorlar... Sadece bir ses duymuyorum ben, milyonlarca ses var beynimin içerisinde. Ağlayan kadınlar, gülen çocuklar, çaresiz adamlar, unutulmuş yaşlılar hepsi beynimde ve susmuyorlar. İlaçlar içiyorum sussunlar diye, bazen işe yarıyor ama bu sefer yalnız kendimi duyuyorum ve korkuyorum. Yeni isimler çıkıyor ortaya, yeni düğümler oluşuyor boğazımda. Her insan gibi bazı şeyleri kendime itiraf etmekten korkuyorum. Anı yaşayamıyorum, mükemmel bir gün geçirsem ertesi gün "o günün acısı ne zaman çıkar ki?" diye düşünüp hesaplar yapıyorum. Uzun lafın kısası; ben toparlanamıyorum.

1 Eylül 2012 Cumartesi



Beklemek... Keşke üzerine tonlarca şey yazılmış ve yazılmakta olan bir fiil olsaydı sadece. Ama değil, hiçbir zaman da olmadı. Bir çocuğun, istediği oyuncağın alınmasını beklediği gibi bekliyoruz bazı şeyleri. Beklemek umut demek, beklemek hayata dayanmak için neden demek, beklemek bazen acı demek, bazen korku demek. Beklemek sadece bir fiil değil... Keşke olsaydı. Sevdiğimizi bekliyoruz, mutlu olmayı bekliyoruz, hayatın bize bir sürpriz yapmasını bekliyoruz, " her şey güzel oldu işte " demeyi bekliyoruz bir de en çok ölümü bekliyoruz ama kimseye diyemiyoruz bazen öyle alışıyoruz ki onu beklemeye, unutuyoruz. Çoğu zaman beklerken yitip gidiyoruz ama fark etmiyoruz. Her bekleyiş eksiltiyor bizi, dışarıdan bakınca dünyanın en umut verici şeyi olan beklemek içten içe bizi yiyor. Bunlara rağmen bekliyoruz. Birileri yada bir şeyler için tükenmeyi göze alarak, olmayacak dualara amin diyerek, hayaller kurarak, "biliyorum"lu cümleler kurarak bekliyoruz.  Her neyse işte. Bekliyoruz...  Bekliyorum...

"Ben seni beklerim. Bir saat de beklerim, bir ömür boyu da beklerim."

30 Ağustos 2012 Perşembe

Korkma, ben varım...

Her şeye rağmen yanındayım ve tutacağım ellerini. İstersen hiç bırakmam... Yanında bir başkasının olmasını istersen sorun değil, ben beklerim seni. Düştüğünde tutabilmek için... Yeter ki gözlerin gülsün onun yanındayken. Eğer seni terk ederse ben yanında olacağım ve yaralarını saracağım, sen istediğin sürece.

Korkma, ben varım...

Koruyacağım seni tüm kötülüklerden, insanlardan. Elini uzatman yeterli... Hadi, ver elini bana. İncitmeyeceğim seni. Geçmiş, geçmişte kalsın sen gel benimle. Söz sana sileceğim gözyaşlarını ellerimle. İstediğin her sözü verebilirim sana, hiçbirini laf olsun diye söylemem ama merak etme. Benim isteğim sensin, senin iyiliğin... Bak hadi gözlerime.

Korkma, ben varım...

Canını yakanlar kadar güzel cümleler kuramam belki sana, ama kalbimi açarım sonuna kadar, korkmadan... İstediğin kadar geri plana at beni, dedim ya yeterli hayatında olmak. Sadece şimdilik ver elini ve mutlu et beni. Mutluluk, adınla hecelensin dudaklarımdan...

Korkma, ben varım.

Yalnızlığı sil dünyamdan, bunu sadece senin varlığın yapabilir. Güzelleştir dünyamı, bunu yalnız senin ellerin yapabilir. "Bana ne olacak?" deme, korkma. Yanında kalacağım ölünceye dek sevgili.

Korkma, ben varım...

Eğer gidersen ben kalırım bıraktığın yerde. Kalbim gelir peşinden merak etme... Tek bir isteğim var senden sevgili hatıralarını bana bağışlar mısın gitmeden?

"... Ama korkma ben varım, hatıraların en güzel tarafı, onları sizden kimsenin alamayacak olması. Ben varım, sen hatıralardasın artık benim için. Hatırlar benimle, sen benimlesin. Git gidebildiğin yere.

Korkma ben varım, varlığım varlığına armağan."

28 Ağustos 2012 Salı

Ardı ardına içiyordu içkileri, bardağın boş kalmasına hiç müsaade etmiyordu. Barmen sürekli içki doldurmaktan sıkılmış ve şişeyi yanına vermişti. Hoşuna gitmişti bu durum, şişenin içindekinin tükenmesini izlemekten zevk alıyordu "benim gibi tükeniyor işte, önce dağılıyor ve sonra bir başkası tarafından parçaları yutuluyor" diyordu. Yaşadığı tam olarak buydu. Her gün birileri onu dağıtıyor, o toparlanamadan da parçalarını midelerine indiriyorlardı. Düşünceleriyle savaşırken barmen "Müsaadenle abi" dedi ve adamın hiç elini sürmeyeceği kuru yemişi yavaşça bıraktı masaya "benden olsun." dedi, adam sadece kafasını sallayabildi sağ ol anlamında. Cevap vermedi çünkü içindeki zehrin yanlış yere dökülmesini istemiyordu, dokunmayacaktı kuru yemişe çünkü öyle bir gecede sadece içki yakabilirdi boğazını, düşüncelerinin tüm bedenini yaktığı gibi. Telefonu çaldı ama bakmadı. Kimse yanında olmamalıydı bu gece, kimse anlamsız bir şekilde yüzüne bakıp saçma sapan kelimeler sıralamamalıydı. Acı, yalnız yaşanmalıydı ve o yaşıyordu. Hem de iliklerine kadar... Hayatta yalnızca acısını yaşamayı becerebilmiş bir adamdı ve yaşadığını sadece acı çektiği anlarda anlardı. Onun için kimseyi istemezdi yaşadığı anlarda, aldığı her nefes ciğerlerini patlatacak gibi hissettirse de o anın tadına varmaya çalışırdı. Bu gece diğerlerinden daha farklıydı; pişmandı, yalnızdı, acı doluydu. Yirmi altı yıl yaşamış, hemen hemen her şeyi öğrenmişti ama sadece pişmanlık ve acı nedir bilmeden yaşamayı öğrenememişti... Bir kadeh daha doldurdu ve kaldırdı havaya "acılara!" dedi ama kimse duymadı. O yudumladıkça içkiyi acısı da daha fazla yayıldı.

27 Ağustos 2012 Pazartesi

"Seni Seviyorum"

Bazen bir söz duyarsın her şey değişir, farklılaşır. Daha başka görürsün olanları, daha başka hislerle tanışırsın. Sözün sihri sarar tüm bedenini ve tarifi yapılamayacak kadar güzel bir sıcaklık armağan eder sana. Yüzüne dünyanın en tatlı gülümsemesini verir bir de yanında. Bir söz kalıbı siler her şeyi; geçmişi, şüpheleri, korkuları... Cesaret kazandırır sana ve sen de söylersin onunla birlikte "seni seviyorum."

...

Dünyanın en güzel şarkısı 2 kelime 13 harf "seni seviyorum." Her şeyin özeti olur ve sana en güzel hediyeyi bahşeder "seni seviyorum".

...

Birini sevmen için elini tutup gözüne bakman gerekmez, yanında olman gerekmez; mesafeler engel olmaz sevmene. Sevgide matematik olmaz... Bir bakmışsın sevmişsin ve söylersin "ben seni seviyorum."

...

Onu beklemek her şeyi beklemekten güzel hale gelir, her saniye özlersin, düşmeden seni yakalasın ve kurtarsın istersin, seni sarsın istersin ve söylersin "seni seviyorum."

...

2 kelime 13 harf, bazen bir cinayettir. Bazen de mutluluk... Unutulmaya yüz tutmuş şeylerdir. Sen en derinden hatırlar, hissedersin ve daha yüksek sesle söylersin

"Seni Seviyorum."

24 Ağustos 2012 Cuma

Haziran Masalı 2

http://yazarimamacizemem.blogspot.com/2012/08/uyuyordu-kadn-adamsa-yatagn-hemen.html

Uyandı Gönül, Ahmet hala onu izliyordu. Mucize tam anlamıyla karşısında yatıyordu. "Gideceğiz" diye geçiriyordu içinden "Gideceğiz ve her şey masalların bitimindeki gibi olacak, "sonsuza kadar mutlu yaşadılar" diye anılacağız."

 Her şey bir o kadar saçma ve bir o kadar da güzel gelişiyordu Ahmet için, tüm benliğiyle Gönül'e kapılmış sürükleniyordu. "Boğulacaksam da onun akıntısında boğulayım" diyordu. Nasıl sevebilmişti Ahmet bu kadar? Nasıl bağlanabilmişti? Bağlandığı şey Gönül'ün güzelliği miydi? Değildi... Gönül'e bakınca onun görüntüsünden çok daha şeyler görüyordu Ahmet, Gönül'ün gözlerinin kahvesi kadar bir gerçeklik görüyordu. Acı kadar gerçekti Gönül, Ahmet için. Acı kadar gerçek... Bağlanmaktan, terk edilmekten korkan bir adamdı Ahmet, ama bir Haziran gecesi mucizesi yeniden dünyaya getirmişti onu ve aynı Haziran tekrar öldürmüştü. 3 kez ölmüştü ama Eylül, yaprakların canını alırken bir şans daha vermişti Ahmet'e. Şimdi dua ediyordu Ahmet her saniye, şükrediyordu hem Tanrı'ya, hem Eylül'e...

...

Elleri birbirlerine kenetlendi bir süre, öylece kaldılar. Sonra gitme vakti yaklaştı. Birkaç parça eşyası varmış Gönül'ün, annesinden yadigar... Onu almak için eve döndü, Ahmet ise küçük bir çanta hazırlamaya başladı. Para lazımdı gitmeleri için ama çok az parası vardı. O da baba yadigarı saati aldı yanına, satmak için. Gönül için her şeyi yapabilecek bir durumdaydı, gözleri sanki kör olmuş gibi... Sadece Gönül'ü düşünebiliyordu diğer her şey silinmişti sanki, mahalledeki insanlar, Gönül'ün "eski" nişanlısı, hatta aşk ve sevinç dışındaki tüm duygular silinmişti. Terk edeceklerdi Ankara'yı, yeni umutları İstanbul olacaktı... Liseli aşıklar gibi buluştular köşede. Gecenin yerini gündüze bırakacağı vakit her şeyi arkalarında bırakıp uzaklaştılar. Otogara vardıklarında gişeye gittiler "İki bilet, İstanbul'a" dedi Ahmet, sanki dünyanın en güzel sözcükleri dudaklarından dökülmüş gibi gülümsedi, elinde Gönül'ün eli...

Bindiler otobüse, güneş çarpıyordu Gönül'ün yüzüne... Tüm gece uyumamıştı Ahmet ama hala Gönül'den alamıyordu gözlerini, tüm kıvrımlarını ezberliyordu sanki. Sanki güneş ışığı hayat buluyordu Gönül'ün teninde, öyle güzel parlıyordu ki... Senelerce süren yalnızlık en güzel hediyeyi vermişti Ahmet'e şimdi. Nereye gideceklerini ve ne yapacaklarını bilmiyorlardı ama beraberlerdi. Her şey km'ler gibi arkalarında kalıyordu, gidiyorlardı mutluluğa ve kendi hikayeleri için sonsuzluğa. Ölüm kadar bir belirsizlik vardı önlerinde ama tek bir korku yoktu yüreklerinde, yolu benimsemişlerdi ve yavaş yavaş ilerliyorlardı hani demiş ya şair "ben seninle mutsuzluğu da varım" diye onlar da birlikte oldukları sürece mutsuzluğa da vardılar işte.

Öyle böyle bitti 6 saatlik yol ve Ahmet ezberledi Gönül'ün yüzünü, kıvrımlarını. Mutluydu ve düşünmüyordu, düşünmek korkuları da beraberinde getirirdi çünkü. Bu kaçışın ilk gününde korkulara yer yoktu. Bir otele gitmeye karar verdiler ve koyuldular yola, başları dik ve korkmadan yürüyorlardı, sanki tüm dünyaya karşılardı. "Biz buradayız ve seviyoruz" diyorlardı. Her şey ne garip gelişmişti ve gelişiyordu. Bir annenin içinde bebeğin büyümesi kadar garip ve mucizeviydi her şey... Bir otel buldular adı "Umut" ismini sevdiklerinden midir bilmem hemen yerleştiler otele, Gönül baktı Ahmet'e ve heceledi "Bugün geriye kalan hayatımın ilk günü." diye. Uyudular, uyudular, uyudular...

Erkenden uyandı Gönül, giyindi. Oda servisi yoktu otelin, gidip kahvaltılık bir şeyler almak istedi. Ahmet'e not yazdı ve çıktı otelden, 2 sokak arkadaki pastahaneye gitti ve yiyecek bir şeyler aldı. Karşıdan karşıya geçmek için ışıkların oraya geçti ve beklemeye başladı Gönül, yaya için ışık yanınca hemen atladı yola ve sonra acı bir fren sesi duyuldu... Araba çarptı Gönül'e ve yığıldı yere, başına bir sürü insan toplandı ama kimse bir şey yapmadı...

Bunlar olurken uyandı Ahmet ve notu gördü ve biraz bekledi sonra dayanamayıp çıktı odadan, görevliye en yakın pastahaneyi sordu, teşekkür edip ayrıldı otelden. Biraz yürüyünce kalabalığı fark etti ne olduğuna bakmak için araladı kalabalığı ve onu gördü, Gönül'ü... Gözünden birkaç damla yaş süzüldü ve aldı kucağına Gönül'ü, yürümeye başladı herkes şaşkınla bakıyordu onlara ama Ahmet hiçbir şeye aldırmadan yürüyordu. "Kurtaracağım seni Gönül" diyordu sadece... "Seni kurtaracağım".

...

Ama olmadı, kurtaramadı. 5 yıl geçti Gönül'ün ölümünün üzerinden ve 5 yıl boyunca Ahmet 1 gün bile Gönül'ü düşünmeden duramadı. İçkiye sarıldı Gönül'ün yokluğunda, hayallere dalıp onun yanındaymış gibi hissetmek için. Daha çok içti, uyuyup rüyasında onu görebilmek için. Gönül'ün yanına gitmek için çok çalıştı ama yapamadı. 4.kez öldü Ahmet, bir daha toparlanamadı...

Gönül'ün şerefine!

19 Ağustos 2012 Pazar

Haziran Masalı 1



Uyuyordu kadın, adamsa yatağın hemen yanındaki sandalyede oturmuş onu izliyordu. Daha önce çok fazla bu anın hayalini çok kurmuştu adam ama bir felaketin ardından bu şekilde olabileceğini kim bilebilirdi ki?

....

Simsiyah beline kadar gelen saçları, uzun kirpikleri, iri gözleri ve dünyanın en güzel melodisini andıran sesi olan kadını bir Haziran gecesi görmüştü adam. Hem de her şeyini yitirdiğini sandığı anda... Yaşamak için bir sebep aradığı anda vurulmuştu kadına. Takip etmişti onu o gece, evini öğrenmişti. Birkaç gün onu gizliden gizliye izlemiş gün içinde nerelere uğradığını ve ne yaptığını öğrenmişti. Sürekli önünden geçtiği bir dükkan vardı kadının, saat 4 gibi... Günlerce izledi onu, eşsiz gülüşünü beynine kazıdı, gördükçe daha çok bağlandı... Ve bir gün dayanamadı adam başladı dükkanın önünde kadını beklemeye, kadın gelince de düştü peşine. Bir ara sokağa girdiklerinde "Bakar mısınız?" diye seslendi kadına, çıkan sesine kendisi bile şaşırmıştı. "Buyurun?" dedi kadın. Kısa bir tanışmanın ardından kadının adının Gönül olduğunu öğrendi ve en kaba haliyle anlattı duygularını kadına. Hiçbir şey diyemedi Gönül, dudaklarından üç kelime hecelendi zorlukla; "Üzgünüm, ben nişanlıyım." Yıkıldı adam, aşkın yarattığı deprem bir enkaza dönüştürdü onu. İçkiye sarıldı, çünkü içtikçe Gönül'ün o herkesi kıskandıracak gülüşünü görüyordu, yanındaymış gibi tatlı tatlı gülümsüyordu. Sabaha karşı başını yastığa koyduğunda da kulaklarında aynı kelimeler yankılanıyor ve gözüne o an geliyordu "Üzgünüm, ben nişanlıyım."

Yine dayanamıyordu Ahmet, yine 4 gibi dikiliyordu dükkanın önünde, yine Gönül'ü ve yine arkasından bakıyordu. Sonra yine içiyordu, yine Gönül'ü düşünüyordu... Onlarca mektup yazdı Gönül'e ama asla göndermedi... Nasıl gönderebilirdi ki? Aylar birbirini kovaladı ve Eylül geldi. Ahmet'in yüreğindeki yangın hala geçmemişti, sonbahar ağaçları çıplak bırakmak için hazırdı ama Ahmet'in yüreği hala bir Haziran gecesindeydi. Düğün hazırlıkları yapmaya başladığını duydu Gönül'ün, Eylül sonu gibi evlenecekmiş... Bir büyük rakı bitirdi bunu duyduğunda Ahmet, sabaha kadar ağladı. İşlerin ciddiyetinin daha da artması içindeki yangını daha da körüklemişti... Düğün günü geldi çattı, Gönül'ü izlemeye başladı Ahmet. Evde tatlı bir telaş vardı. Sonra Gönül, kuaföre gitmek üzere evden ayrıldı akrabalarıyla. Herkes gülüşüyorken bir Gönül mutsuzdu... Annesi babası olmayan bir kızdı Gönül, Ahmet aklına yalnızca bu ihtimali getiriyordu başka türlü bir üzüntüye dayanamazdı. Saçları yapıldı Gönül'ün o uzun simsiyah saçlarını açık bıraktılar, başına ise papatyadan bir taç yerleştirdiler, herkesi kıskandıracak kadar güzel olmuştu. Sonra 16-17 yaşlarında bir çocuk geldi koşarak kuaföre Gönül'e bir şeyler söyledi, dikkatle izliyordu Ahmet olanları, Gönül'ün öylece olduğu yere çöktüğünü fark etti. Çocuk kuaförden ayrılır ayrılmaz çocuğu kenara çekti ve ne olduğunu sordu aldığı yanıt ise "Abi, Gönül Abla'nın nişanlısı adam öldürmüş polisler götürmüşler". Ahmet öyle bir boşluğa düştü ki ne yapsa bilemedi, içeri gidip Gönül'ü alıp gitmeli miydi? Yoksa hiçbir şey olmamış gibi davranıp evine mi dönmeliydi? Binlerce şey geçiyordu aklından ama hiçbirini uygulayacak hali yoktu. O da Gönül gibi çökmüştü bir köşeye, öylece kalmıştı. Ne yapmalıydı? Gönül çıkınca onu görmesin diye evine gitmeye karar verdi, sahilden yürüdü, martıları izledi, evine vardı. Yine açtı bir büyük ve pikabına 45liklerinden birini yerleştirdi. Gece yarısı olmuştu kapı çaldı. Yalpalayarak gitti kapıya Ahmet, açtı ve karşısındaydı Gönül. İnanamadı Ahmet, "herhalde çok içtim bu da bir rüya" diye geçirdi içinden. "Girebilir miyim?" diye sordu Gönül, "tabi" dedi Ahmet ona göre rüyasında Gönül onunla konuşuyordu ama her şey gerçekti.

İçeri geçtiler, "içer misin?" diye sordu Ahmet rakıyı gösterek "olur" cevabını aldı o esnada hep dua ediyordu her şeyin gerçek olması için... Doldurdu Gönül'ün bardağını içmeye başladılar "Beni dinlemeni istiyorum" dedi Gönül Ahmet'e. "Ama hiç sözümü kesme. Ailemi 10 yaşında trafik kazasında kaybettim. Babaannem ile yaşıyordum onu da 2 sene önce kaybettim. Tek yaşıyorum, kimsem yok. Sadece uzaktan birkaç akrabam var onlarla da büyük bir şey olmadığı sürece görüşmeyiz. Bekir'le yani nişanlımla çocukluktan beri tanırız birbirimizi çocukluğumuzdan beri aşık bana. Bunları neden anlattığımı biraz sonra tüm detaylarıyla öğreneceksin, lütfen şimdi sözümü kesme. Bense Bekir'i hiç sevmedim. Yalnızlığımdan, muhtaçlığımdan nişanlandım onunla babaannem öldüğü zaman. Kimse olmadığı dönemler yanımda o vardı ben de kendimi onunla evlenmeye mecbur gibi hissettim. Sonra sen geldin... Sakın şimdi anlatacaklarımı sakın ama sakın yine yalnızlığımdan yada başka bir şeyden söylüyorum sanma içimi dökebilmem için en iyi an bu. Senin beni fark ettiğin o Haziran gecesi ben de seni fark ettim. Beni izlediğini ve dükkanın önünde beklediğini biliyordum ama hiçbir şey yapamadım, yapamazdım. Bir söz vermiştim ben, dönemezdim. Tüm gerçeklerimle geldim sana, tüm cesaretimle geldim. İstersen beni geri çevirebilirsin, seni anlarım ama söylediklerimde tek bir yalan bile yok." Ne diyeceğini bilemedi Ahmet, gözünden iki damla yaş aktı sadece. Akan yaşlar ayılmasında yardımcı olmuştu, ayağa kalktı ve yanına gitti Gönül'ün "Gerçek yada yalan fark etmez şimdi buradasın ya" dedi ve sıkıca sarıldı ona. Olanların gerçekliğini ve bedeninin sıcaklığını hissetti bedeninde yine dua ediyordu ama bu sefer "Tanrım, lütfen bugün canımı alma" diye...

Sabaha kadar konuştular ne yapacaklarını ve nereye gideceklerini kararlaştırdılar. Her şeyi bırakıp gideceklerdi... Sonra uyudu Gönül, Ahmet ise yatağın hemen yanındaki sandalyeye oturdu ve onu izlemeye başladı. Daha önce çok fazla bu anın hayalini kurmuştu Ahmet ama bir felaketin ardından bu şekilde olabileceğini kim bilebilirdi ki? Yolları belliydi ve yürüyeceklerdi, ta ki ışık olan bir yer bulana dek...


Bir bataklıktayım, etrafım insanlarla sarılmış ama yalnızım. Bana bir dal uzatan bile yok... İki yol var önümde ve ben hangisini seçeceğimi bilmiyorum. İkisinin de sonu aynı aslında, sevinçten yada üzüntüden ağladığımda akan gözyaşının aynı kadar... Debelensem daha çabuk batacağımı biliyorum, debelenmesem her saniye işkence olacak. Sonu hep aynı olmasına rağmen yine de durup düşünüyorum "nereye gideyim, hangisini seçeyim?". İki yol olsa bile bir ihtimaller denizi beynimde, milyonlarca cevapsız soru var. Abartmıyorum... Her yolun sonu karanlık, hissedebiliyorum ama ikisi de aldatıcı bir ışıkla çağırıyor beni ve ben hala aynı soruları soruyorum kendime "nereye gideyim, hangisini seçeyim?". İki yol da hayata ve gerçeklere ulaşmamı sağlayacak, bu hiç değişmez... Sadece biri geç ulaştıracak beni, biri de erken. Hayat eminim sürprizler de hazırlamıştır bana ama hangisinde seveceğim bir sürpriz var bilemiyorum. Tek bildiğim "hepsinin sonu aynı." Debelenmem mi gerekiyor?

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Akıl Hastahanesindeki Bir Adamın Güncesi 3

İlaçlara devam ediyorum, mecburiyetten. Her şey siliniyor sanki yavaş yavaş, eksikliğime eksiklik ekleniyor bir şeylerin çoğalmasına rağmen ben yitip gidiyorum. İlaçlar beni aptallaştırıyor. Beni dipten almak yerine dibe doğru bastırıyorlar, bir el var üzerimde çekmiyorlar. Nefes alamıyorum...

Kendi kendime konuşamıyorum artık, bomboş bakıyorum. Ve inanır mısınız, boş kahkahalar atıyorum. Kalbimde bir yangın, boynumda bir zincir var ama ben gülüyorum. Her şeyin bilincindeyim ama hiçbir bok yapamıyorum. O kadar sahte bir şekilde gülüyorum ki ağzımı dikebilsem dikerdim. Katlanamıyorum...

Buraya geldiğimde daha iyi bir adamdım ben, şimdi kötüleşiyorum. Hani benim istemediğim hiçbir şey olmayacaktı? Oluyor işte. Hepinizin amına koyayım!

Gecenin karanlığında bir asker gibi selam durmuşum yalnızlığımın önünde. Korkusuz ve başı dik bir şekilde. Ölümün nefesini hissediyorum ensemde, her zamankinden daha yakın ama korkmuyorum ikisinden de. Bir evladın ebeveynlerini kucaklaması gibi kucaklıyorum onları gecenin tatlı serinliğinde. Kaçmıyorum... Kaçamıyorum belki de, bilmiyorum... "Bilmiyorum". Ne oldu, ne oluyor, ne olacak bilmiyorum. Yalnızlığın önünde hazır ola geçmiş ve ölümün önünde başımı dik tutabiliyorum sadece. Hiç gelmeyecek emirleri bekliyorum, duruyorum. Usanmadan, şikayet etmeden. İzliyorum etrafı, gidenlere bakıyorum, bazen de beynimdeki fotoğraf albümüne bakıyorum her şey orada işte, beynimde... Oradan yayılıyor kalbime, tüm bedenime. Sonra fısıldamaya başlıyor yalnızlık, konuşuyor benimle. Ona kitleniyorum saatlerce, günlerce, haftalarca... Daha çok giden oluyor ve ben bakıyorum sadece. Dudaklarımı bile kıpırdatamıyorum "güle güle" demek için. Yalnızlığım gülüyor, sinsice ama bir o kadar da güzel bir şekilde. Önümde yalnızlık, arkamda ölüm. Tam ortadayım, hazır ola geçmiş bir şekilde. Yakında biri tamamen geçirecek beni ele...

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Mektuplar 1

Merhaba Sevgilim;

İyi misin? Ben değilim, senden uzakta ne kadar iyi olabilirim ki? Yanımda ol istiyorum. Birlikte uyuyup, uyanalım. Benimle uyan da birlikte "merhaba" diyelim tüm saçmalıklara. Birlikte yaşamaya çalışalım günü, dizinde yatayım saçlarımda dolaşsın elin. İçtiğimiz içkiler değil de senin kokun sarhoş etsin beni. Ah sevgilim, ne çok özledim seni... Şen çocukların gülüşlerine benzeyen gülüşünü ve gözlerini... Her şey daha da eksik sen yokken. Gel de tamamlansın, güneş doğsun yeniden.

Gelen sevgilisi için "Ayağını bastın odama, 40 yıllık beton çayır çimen şimdi. ... Hoş geldin kadınım" demiş şair. Onun dediğinden daha güzel şeyler söyleyemeyebilirim sevgilim, şimdiden beni affet. Ama sen gelirsen güneşim doğacak yeniden, bahar gelecek yüreğime. Kuşların cıvıltıları yankılanacak kulaklarımda senin o güzel sesinle birlikte. Çocuklar daha güzel gülecek... İçkimin yanında meze olacak sohbetin ve güzelliğin. Kadehlerimizi tokuşturduğumuzda çıkan ses dünyanın en güzel müziği olacak benim için. Hadi gel sevgilim, bak her şey ne kadar güzel olacak... Sen bana doğru birkaç adım at yeter ki. Ütopyalarda olacak şeyler değil bunlar, senin gelmen demek yaşamın gelmesi demek benim için. Yalvarırım gel. Ölü gibiyim sen yokken, hayalin yetmiyor... Rüyalarda değil de gerçekte yanımda ol sevgilim, yalvarırım gel...

Mektubuma yanıt vermesen de ben yine o rıhtımda olacağım, tam beni bıraktığın yerde. Belki sürpriz yapmak istersin, değil mi sevgilim? Satırlarıma son verirken, seni seviyorum. "Yalvarırım gel"

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Sevmiyordu yağmurlu günleri. Öyle bir günde gerçeklerle ilk kez karşılaştığı içindi. Her yağmur yağdığında o saçma anı hatırlıyordu. "Bu yağmurda dışarıda kalma, eve gel" demek için telefona uzandığını ve olayların geliştiğini, saçma bir gülme krizi ardından tüm vücudunu garip bir acı sarmasını ve ağlamasını hatırlıyordu. Sonra hiçbir şey hatırlamadığını... Kendine geldiğinde uzunca bir süre oturup düşündüğünü, sonra üzerine hiçbir şey almadan ayağındaki terliklerle o havada dışarı çıktığını, bankaya gittiğini ve para çekmeye çalıştığını hatırlıyordu. O an yaşadıkları canlandı gözünde.

...

Kaçacaktı, kaçmalıydı. Gerçeklerden, duyduklarından, çevresinden, her şeyden kaçmalıydı. Durmamalıydı orada, nasıl durabilirdi? Üzerindeki incecik şeylerle, terlikleriyle o yağmurun altındaydı ve binlerce soru vardı kafasında. Her yağmur damlası kadar soru ve yerdeki kuruluk oranı kadar cevap vardı zihninde, yani hiç. "Eve gidip eşyalarımı toplayıp mı kaçmalıyım, yoksa hiçbir şey almadan mı?" diye düşündü ilk. Sonra nereye gidebileceğini... Annesinin yanına gitmek istemiyordu; bir bavul, ağlamaktan şişmiş iki göz, üstünün başının hali aklındaki sorular kadar soru duymasına sebep olacaktı. Arkadaşına gitmek geldi aklına ve tekrar acı bir şekilde gülerek "arkadaşım mı var sanki" dedi. Gidecek bir yeri, yapacak bir şeyi yoktu. Elindeki bankadan çektiği paralara baktı bi' otelde kalmaya yetecek kadar değildi, sadece taksi parasına yeterdi. Eve dönüp tüm kapıları, pencereleri kapamayı ve hiçbir ışığı açmamayı düşündü. Daha sonra bu fikri benimsedi ve gidip kendini eve kitledi. Yine oradaydı işte, o "hapishanede". Dünyanın en güvenli hapishanesindeydi belki de. Duyduklarının ve yaşadıklarının çok büyük bir kabusun ürünü olduğunu düşünmek istiyordu. Yağmurla birlikte bitsin, sabah gün doğunca da güneşin yerdeki suları kurutmasıyla tüm zihni temizlesin hiçbir şey hatırlamasın istiyordu. Asla gerçekleşmeyecek şeyleri istiyordu yani... Üzerindekileri değiştirme zahmetinde bulunmadan bir köşeye çöktü, kahküllerinden gözlerine doğru yağmur suları damlayıp gözyaşlarına karışıyordu. Hayatında ilk kez güvendiği adam tarafından aldatılmıştı. Tam her şeyini kaybettiğini düşündüğü anda karşısına çıkan ve onu hayata bağlayan adam başka birini tercih etmişti. Nasıl iğrenç bir şeye alet olduğunu düşünüyordu. Yanakları alev alev, elleri ise buz gibiydi. İçindeki fırtına yüzünden bedeni kendiyle çelişmeye başlamıştı. Korkuyordu... En tatlı rüyadan en acı kabusa adım atmıştı ve bu çok erken olmuştu hazır değildi böyle bir şey yaşamaya. Tanıştıkları an geldi aklına. Bir köşede tek başına dururken onu görüşünü ve vuruluşunu... O gece üzerinde olan kırmızı elbisesinin kendine ne kadar yakıştığını hatırladı ve o an sevgilisini aradığında duyduğu o kadının iğrenç sesi yankılandı kulaklarında. Bir şeylerden almalıydı hıncını ve bu elbise olacaktı. Odasına gitti makası buldu ve dolabını açtı her şeyi sanki başına o elbise açmış gibi almaya başladı hıncını, her makas darbesi daha çok ağlamasına ve deminden beri boğazında düğüm yaratan çığlıkların açığa çıkmasına sebep oldu. En sevdiği oyuncağını yitirmiş bir çocuk gibi ağlıyor, bağırıyor ve dövünüyordu. İçindeki yangının iliklerine kadar yayılmasına tanık oluyordu. Sonra 1 hafta önce aldığı gelinliği çarptı gözüne dolaptan ilk geçmişten almıştı intikamını ve şimdi de şuandan ve gelecekten almalıydı, 1 saniye bile düşünmeden parçaladı gelinliğini... Şimdi daha da karanlıktaydı, boğuluyordu ve çıkış yolu aramıyordu. Karanlık onu yutsun istiyordu. Rüyasından erken uyanmıştı ve kabustaydı elinden gelen en iyi şey boğulmaktı... Kendini, kendi içinde öldürmüştü o gece ve söz vermişti kendine " yeniden doğacaktı ". Acılarla birleşip yeniden doğacaktı...

...

Doğmuştu da, bir acı öldürmüştü onu ve bir acı yeniden doğurmuştu. O günden beri bambaşka biri olmuştu. Yağmura olan nefretinden dolayı bir süre ağladı ve sonunda sustu, hiçbir şey olmamış gibi, tıpkı bir çocuğa sarılır gibi yine onu doğuran acılara sarıldı ve sustu...

...

Bir gidiş öldürmüştü onu ve bir gidiş doğurmuştu onu, acılarıyla birlikte ölüp acılarıyla birlikte doğmuştu...

10 Ağustos 2012 Cuma

Tüm eşyalarını doldurmaya başladı valize büyük bir hızla. Kaçacaktı, bu sefer yapacaktı. Renklerin solduğu yerden kaçacaktı, gölgelerin onu takip etmesine izin vermeyecekti. Telefonunu attı yatağın üzerine, çantasını aldı ve dışarı çıktı. Bindi arabasına, çalıştırdı. Hız yapmayı sevmezdi ama şimdi birinden kaçarcasına basıyordu gaza. Kaçıyordu zaten, tüm yalanlardan, sahte çevresinden, gölgelerden... Saçma bir rahatlık kaplıyordu bedenini her km'yi arkasında bıraktıkça. Maskelerini bir bir fırlatıyordu yol kenarlarına. Simsiyah gökyüzünde parlayan yıldızlar gibi parlıyordu gözleri, ağlıyordu. Sevinçten... Hem de ilk kez. Kaçtığı için seviniyordu. Gecenin içinde bilinmezliğe yol aldığı için, hayatı boyunca ilk kez bu kadar cesur olduğu için, ilaçları geride bıraktığı için, kanını emen vampirlerden kaçtığı için, sahteliğinden kaçtığı için seviniyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi ve olmayacaktı. Bir anılarını bırakamıyordu geride ama o da çok önemli değildi, hiçbir şeyi unutmak istemiyordu çünkü. Unutursa anlamı kalmazdı gidişinin. Yaşadığı süre boyunca bir kabusun içindeymiş gibi yaşadı ve şimdi uyanmaya başlıyordu, uyandığında hiç unutmayacağı bir kabusa ve bambaşka bir kişiliğe sahip olacaktı. İnanıyordu bunlara, gecenin siyah olduğuna inandığı kadar. Ağzında susmanın vermiş olduğu o garip ama bir o kadar da güzel tat, gözlerinde yaşlar, bedeninde ise tanımlayamadığı duygular vardı. Ruhu ilk kez serbestti ve ilk kez ruhu bedenini değil de, bedeni ruhunu izliyordu. İlk kez özgürdü ve kaçıyordu. "Aydınlığa doğru". Yolun sonu karanlık olsa da yine de onun için aydınlık olacaktı dedim ya bedeni izliyordu ruhunu... Her şeyi göze almış bir kadın vardı o gece arabada, en sevdiği oyuncağını kaybetmiş gibi ağlayan o küçük kız gitmişti. Ardında bıraktığı km'ler onu değiştirmişti ve daha da değişecekti. Ta ki gecenin karanlığında son nefesini verene dek...

9 Ağustos 2012 Perşembe

Akıl Hastahanesindeki Bir Adamın Güncesi 2

Yeni bir ilaca başlattı beni doktor. Her şeyin güzel olmasını ve etrafımdaki şeyleri güzel görmemi sağlayacakmış. "Uyuşturucu mu vereceksin bana?" dedim, şaka yaptığımı zannetti ve güldü. "E doktor ben yalanları görmek istemeseydim zaten uyuşturucuya sarılırdım. Bana burada boşuna ilaç veriyorsunuz, ben sadece burada vakit geçirmek istiyorum çünkü buradaki insanlar herkesten çok daha akıllı" dedim. "Hadi ilaçlarını iç" dedi, neden gözleri gerçeklere kapalı ki... Sanki yemin etmişler gerçekleri görmemek için, ne var bu kadar yalanlarda anlayamıyorum. İnsanlar, onlar olmadan yaşayamayacaklar gibi davranıyorlar. At gözlükleri, sağır kulaklar ve sürekli yalanları aktaran bir dil... Vücudumuzun böyle şeyler yapalım diye yaratıldığını düşünmüyorum. Her şeyi olduğu gibi görmek varken kaçmak niye... Bunca yıldır yaşıyorum ama hala bu soruma yanıt bulamadım. Her neyse... İçtim ilacı dün gece, söz dinledim yani. Uyuttu beni, saatlerce. Uyuyunca mı geçecek her şey? Hiç zannetmiyorum... Çocuklara anlatılan masallardaki gibi yaşamama sebep oluyor ilaçlar. "Uyandığında her şey değişecek" dercesine uyutuyor. Masal yaşını çoktan geçtim ben, büyüdüm. Yalanları kabullenenlere göre ise çok daha büyüğüm. Uyanınca saçma sapan bir his kapladı bedenimi, vücudumu öyle garip hissettim ki sanki bana yabancıydı. Bedenim bi' yana ruhum bi' yana eğilmişti sanki, o kadar garipti ki anlatamıyorum tam olarak. Ruhum bedenime sığmadı diyebilirim sanırım, tıpkı benim bu koca dünyaya sığamadığım gibi... Bana ilaçlar verdiler ama bir şeyi atladılar, uyuşmak gözlerimi kör edemez ki...

7 Ağustos 2012 Salı

Akıl Hastahanesindeki Bir Adamın Güncesi 1

Hepimizin var bi' karanlık yolcusu. Çoğu insan onu görmek, tanımak istemiyor. Bu yüzden sarılıyorlar yalanlara, bu yüzden sahteleşiyorlar. Yalanlara inanmak basit çünkü, kolaya kaçıyorlar. Karanlığını kabullenmeyen, yalanlara sarılan insanları sevmiyorum ben. Sahi, yalanlar içinde nasıl yaşayabiliyorlar? Nasıl da alışmışlar yalanlara, nasıl da çıkarcılar, benciller... Kan emici gibiler. Hep beraber karanlıklar denizinde yüzüyoruz aslında, gerçeklere ve acılara çarpıyoruz, nasıl hissetmiyorlar onları? Nasıl yoklar gibi yaşıyorlar? Anlayamıyorum... "Normal değilsin" diyorlar bana, onlar mı normal? Kör, sağır ve dilsiz gibi mi "yaşamak" normallik? Hatta şu halimize yaşamak mı diyorlar? Sadece nefes alıyoruz, hatta yeri geliyor onu bile beceremiyoruz. Çok abartmayalım şu halimizi, yaşayan ölüler olduğumuzu kabul edelim istiyorum... İlaçlar veriyorlar bana "ölü değilsin" diyorlar, "şu hapı iç bak daha iyi hissedeceksin, her şey çok güzel olacak" diyorlar, masal anlatıyorlar yani. Soruyorum onlara "ben bu ilacı içince gerçekler yok mu olacak? Dünya'da barış mı sağlanacak? Gidenler geri mi gelecek? Her şey güzel olacak diyorsun peki "güzel" ne?" cevap alamıyorum anlamsız bir boşlukla yüzüme bakıyorlar. "Deli" diyenler var arkamdan, delilere hakaret ediyorlar. Her hapla daha da uyuşuyorum. Önceden hemşire gittikten sonra atardım hapları, şimdi başımda dikiliyorlar. Kararlılar yani beni uyuşturmaya, neyse ona da eyvallah. Hiç değilse gerçekleri gören insanlarla beraberim, bu yetiyor bana. Düşünüyorum sürekli, düşünme diyorlar bana, "boğuluyorsun" diyorlar evet ben boğuluyorum onlarsa izliyorlar benim bu halimi, belki zevk alıyorlar. Onlara diyeceğim tek bir şey var "SİKTİRİN GİDİN, YALANLARINIZA İHTİYACIM YOK"

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Bir Adamın İntihar Mektubu.

"Ölümümden kimse sorumlu değildir" demeyeceğim. Herkes sorumlu çünkü. Kimse yanımda olmak istediği için olmadı, hep kanımı emdiler, ailem bile beni terk etti. 4 duvar arasında yaşamaktan bunaldım, duvarları aşıp özgür olmaya karar verdim. Şimdi arkamdan ağlasanız bile 3-4 gün sonra unutacaksınız her şey bitecek biliyorum. Belki ara ara hatırlar, yalandan hüzünlenirsiniz arkamdan. Şuan hiçbir şeyden korkmuyorum. Önümde haplar var ve ben onlara bakıyorum. İntihar bir baş kaldırış benim için, daha çok da bir kaçış. Bulunduğum 4 duvardan, bu sahte hayattan, sahte insanlardan, yalanlardan... Aklınıza gelebilecek her şeyden kaçış. Bu dünyanın yükünü omuzlayabilirim sanmıştım ama yanılmışım. Birazdan hapları içeceğim ve bitecek, her zaman ensemde hissettiğim ölümün nefesi iliklerime işleyecek. Daha önce düşünmüş ama denememiştim, bugün her şeyi tamamen bitirmeye kararlıyım. Daha önce denemememin sebebi ise hep başkalarını düşünmüş olmam.. Arkamdan üzülürler, onlara bu acıyı yaşatmaya hakkım yok gibi düşünceler. Kendi isteğimden çok başkalarını öne süren düşünceler... Ne kadar saçma değil mi? Kimin, kimin için öylesine değeri var? Öyle inanmışım ki yalanlara sanki hayatımdakiler için çok değerliymişim gibi düşünmüşüm... Gerçeklere uyandım, ilk doğduğum an gibi yalnızım ve ölümü istiyorum. At gözlüklerini atıp, çırılçıplak soyunuyorum ölümün karşısında. Önceleri, beklenen ama gelmeyen bir sevgili olarak görürdüm onu. Ama şimdi gelecek beni ızdırabımdan kurtaracak, en gerçeklere taşıyacak, gri kavramının olmadığı bir yere götürecek biliyorum. Bir dostu bekler gibi bekliyorum onu.  Birinci hapı içtim şimdi, tadını çıkararak yapmak istiyorum bu işi. İkinci hap "hadi beni de iç" diyor sanki, gülüyor bana. Beni çağırıyor... Nasıl kırabilirim onu? İkinciyi de içtim... Karanlık yanım belirdi birden yanımda. Bana bakıp gülümsüyor "sonunda karar verebildin" diyor. Çocukluğumdan beri düşünüyordum çünkü ölümü, babam anneme her vurduğunda bir adım daha yaklaşıyordum ölüme ama bir türlü varamıyordum. 7 yaşımda istemeye başladım ben ölümü, kendimi anlayabildiğim andan itibaren yani... O da beni pek istememiş sanırım o zamanlar ama bugün kavuşacağız inanıyorum. Neyse... 28 hap daha var önümde. Gözümün önünden geçiyor anılarım, fotoğraf albümü gibi. Hiç şen kahkahalar yok, ağlamak yerine güldüğüm anlar var sadece. Ne kadar sahte bir hayatmış bu yaşadığım... Nasıl dayanmışım? Hayret ediyorum kendime. Bugün bana "sen çok güçlüsün" diyen "hayır" dediğimde inanmayan insanlara cevabım olacak. Bu sahteliğe katlanacak kadar güçlü değilim... Kalan 27 hapı içecek kadar güçlüyüm sadece, kaçıp ruhumu kurtaracak kadar yani. Evet, 3.hapı da içtim. Bir bir boşalıyor hap bölmeleri, zevkle yapıyorum bunu ve gülümsüyorum hem o hapları içerken hem de yazarken. Düşen bir at gibiyim, vurulmam gerek. Yapacak kimse olmadığı için bunu ben yapıyorum, kendi ellerimle tadıyorum ölümü. Daha fazla yavaşlatırsam bu işi birileri bir şekilde yoluma taş koyabilir. 27 hapa daha merhaba diyorum ve içiyorum. Ben ölüyorum, siz yaşamaya devam edin. Tabi becerebilirseniz...
Eskisi gibi dökemiyorum duygularımı yazıya, acılarımı kusamıyorum. Yazmak istiyorum ama cümlelerimi yitiriyorum. Neler oluyor bana hiçbir fikrim yok. Her şey eskisinden de kötü sadece. Eskisinden de kötü... Yalnızlık kötü, insanlar kötü, hayat kötü. Her şey eskisinden de kötü işte. Bilinmezliğin içinde savrulup gidiyorum.

3 Ağustos 2012 Cuma

Saat çalışıyor. Tik, tak, tik, tak, tik, tak...

Her geçen saniye ölüme yaklaşıyorum ve korkmuyorum. Ölüm bir belirsizlik, hayat gibi. Bizi neyin beklediğini bilmiyoruz. Sadece daha net şeyler olacak orada "gerçek mutluluk" ve "acı" gibi. Her şeyin daha gerçek olduğu bir yere gideceğim neden korkayım ki? Bizim dünyamızda "mutluluk" unutulmuş... Yalanlara o kadar inanılmış ki, unutulmuş. Birinin gülüşünün, yanında insanların olmasının adı mutluluk konmuş. Bizim dünyamızda "gerçek" de unutulmuş. Yalanların adı gerçek konmuş hatta. Gerçeğin "acı" olduğu unutulmuş. Ne kadar saçma değil mi? Her şey unutulmuş, değiştirilmiş, saçma sapan yeni anlamlar kazanmış. Gerçekler yenilmiş; acımasızlık, bencillik, yalancılık kazanmış. Tüm bunlara rağmen her şey "yeterli" görülmüş. Hiçbir şey yeterli değil ki. Kabullendiğimiz gerçekler yeterli değil, okuduğumuz kitaplar yeterli değil, yazdıklarımız yeterli değil, yaşadıklarımız yeterli değil, aldığımız nefes bile yeterli değil... Çoğu sahtelik içerirken nasıl yeterli olabilir ki?

Saat çalışmaya devam ediyor. Tik, tak, tik, tak, tik tak...

Belki öleceğim bugün. Hiçbir şey bilmiyorum. Büyük bir bilinmezin içinde savurulup gidiyorum. Dalından düşen bir yaprak gibi değil miyiz hepimiz? Nereye savrulacağımız ve birinin ne zaman üzerimize basacağı belli değil. Hayat belirsiz, insanlar anlamları da belirsizleştiriyor, sürekli değiştiriyor. Neyin anlamı kaldı? Ne eskisi gibi? Her şey olmaması gereken bir düzende... Ve burası böyleyken ben ölümden korkmuyorum. Yalanlara gözlerimi kapayıp, en gerçeklere gözümü açmak istiyorum. Bir gün olacak bu, o günü bekliyorum.

Ölüme 1 dakika daha yaklaştım, saat çalışıyor hala. Ne zaman duracak bilmiyorum. Tik, tak, tik, tak, tik, tak...

2 Ağustos 2012 Perşembe

Olmayana Dair - 1

Gidelim mi birlikte? Kaçalım buralardan. Her yer, her şey çok sahte. Senin canını sıkmıyor mu bu durum? Benim çok sıkıyor... Nereye mi gidelim? Sahteliklerden uzak olsun da fark etmez benim için. Dağlardan başka bir şey olmayan bir yer bile olur, yeter ki gerçek olsun. İnsanlar olmasına da gerek yok, fazla sahteler. Birbirimize yeteriz. Sen gerçeksin, ben de. Bu yetmez mi? Bence yeter. Gözlerini kapat ve hisset, bambaşka bir yerde olduğumuzu düşün. Sadece ikimizin olduğunu, güneşin doğuşu ve batışı kadar gerçek bir yerde olduğumuzu düşün. Gece gibi karanlık, gündüz gibi aydınlık olacağımız anları düşün... Güzel değil mi? "Huzur"a inansam "huzurlu" diyeceğim... Olmaz mı dersin? Ben olacağına inanıyorum. Gidelim n'olur... Boğulacaksak da orada boğulalım, hiç değilse buradaki gibi "yalanlar denizi" değildir orası. Gerçeklerde boğulalım, olmaz mı? Birkaç parça kıyafet, yaşamımızı sağlamak için gereken şeyler, ikimiz için defter ve kalemler... Başka hiçbir şeye ihtiyacımız yok. En çok birbirimize ihtiyaç duyuyoruz, hala farkında değil misin? Hep birlikte olmayı vaat ediyorum sana. Hadi gidelim. Ben hazırım. Ya sen?

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Ağla. Aksın gözyaşların, serbest bırak onları... Acıların yıkasın seni şimdi, tam zamanı. Islatsınlar yanaklarını, kalbindeki yangını daha da alevlendirmez bu yaşlar merak etme. İzin ver de dökülsünler göz pınarlarından. Ağla hadi, tıpkı doğarken ağladığın gibi, küçükken istediğin bir şey olmadığı zamanlarda ağladığın gibi, ilk hayal kırıklığını yaşadığında ağladığın gibi... Ağla... "Biri gözyaşlarımı silecek mi?" diye sorma bana. Çoğu zaman bunu kendin yapacaksın, yapamazsan ne anlamı kalır acılarının? Onlar senin, sana ait. Sen sileceksin acılarının somut kanıtlarını. Hadi güçlü ol ve ağla. Ne? Sana "güçsüzler ağlar" mı dediler? Yalan söylemişler... İçini boşaltmayan günden güne biriken biri ne kadar güçlü olabilir ki sence? Sürekli yalandan gülümseyen, gözyaşlarını kalbinde biriktiren birinden bahsediyoruz... Güçlü müdür ki o kişi? Sen illa güçlü olmak mı istiyorsun peki? Tamam o zaman söyleyeyim sana nasıl güçlü olacağını. Her ağladığında acılarına sarıl ve kabullen onları, güçlü olmak istiyorsan işte sırrı bu. Hadi, korkma ağla. Boşalt içini ve ağla. Acılarını kabullendikçe iyi hissedeceksin inan bana. Yalan mı söylüyorum sana? Doğrularım da yalan geldi çoğu insana sorun değil. Dene ve gör olacakları, şimdi tam zamanı, hadi ağla...

28 Temmuz 2012 Cumartesi



Her şeye uyacak soru kalıbını kullanıyorum ve bundan vazgeçemiyorum. "Neden?". "Neden beni seçmedi?" diye soruyorum kendime, "Neden beni önemsiz bir eşya gibi bırakıp gitti?", "Neden beni sevmedi?", "Neden başkalarının yanındayken beni çok severmiş gibi davranıp sonra yüzünü astı?", "Neden bana verdiği sözleri tutmadı?", "NEDEN?" her defasında değerimi kaybediyorum bunları düşündüğüm anlarda, yani sürekli... Gerçek olmama rağmen, kendimi acılarımla -sanki bir tutkalmış gibi- yapıştırmama rağmen eksiliyorum günden güne. Ne olursa olsun birleşmiyor parçalarım. Başkalarından alıyorum özelliklerimi artık, onlara benziyorum.  Onların gerçeklerini kendi gerçeklerim belliyorum. İnanıyorum çünkü gerçekliklerine, her zaman yapamıyorum ama bazılarına inanıyorum işte, sahtelik olmayan görüşleri alıp, harmanlayıp kendimi değiştiriyorum günden güne. "Kimse bana "sahte" demesin, sizden daha gerçeğim en azından" diyebiliyorum insanlara. Bazen değişemiyorum Sözde İrem oluyorum, sorular içinde boğuldukça başkalarına sığınıyorum. Bir gün gideceklerini bile bile, benim onlara muhtaç olduğum kadar onların bana muhtaç olmadığını bile bile... Sözde İrem bile olsam, her şeyden korksam bile yine acılara yürüyorum ve hayatımın yeni döneminde acılarımı kendim seçiyorum. Bazen izlediğim filmlerde, dizilerde olan karakterleri ben yapıyorum, onların özelliklerini alıyorum. Şule* oluyorum bazen mesela. Bakıldığında hayat dolu ve kendi ayakları üzerinde durabilen, gülen, insanlara akıl veren kız yani, derinine inince acılarıyla bütünleşmiş biri. Eksilmiş biri... Eksilmesi berbat şeyler yapmasına sebep olmuş biri. Onun cümlelerini döndürüyorum kafamda, onun hareketlerini getiriyorum gözlerimin önüne... Bazen Sözde İrem oluyorum. Herkese yıkılmaz havası veren, hiçbir sorunu yokmuş gibi sürekli gülen, güldüren... Bazen de gerçekten İrem oluyorum. Yıkıldığını saklamayan, günden güne batan, acılarıyla sevişen ve acıyı iliklerine kadar tadan, sahtelikten uzak kalan, bazı duygularını yitirmiş ve eksilmiş, her şeyi kabullenmiş... Bu gece "gerçek İrem'im" mesela. Sözde İrem'le kavga ettim. "NEDEN?" diye sordum hep ona cevap vermedi... Yıkılmaz gözüküyor ama o bir korkak, her şeyin daha berbat olacağından korkuyor, acılara yürüyor belki ama rollere sığınıyor, insanlara sığınıyor acılarını seçse de sahtelikle onlara ilerliyor. Konuşuyorum onunla, bir süre rahatlıyor ama yine korkuyor. Nasıl düzelteceğim onu bilemiyorum, bana katılmazsa gitmesi gerek ve ben onu nasıl göndereceğimi bilmiyorum. Her şey cevapsız milyonlarca sorumun kaynağına dayanıyor. Ne mi? "NEDEN?"

27 Temmuz 2012 Cuma

Bazen yüksek bir tepeye ulaşıyorum sanki, sonra bir adım daha atıyorum ve düşmeye başlıyorum. İyi geliyor ilkten, sonra sertçe çarpıyorum bir yere... Onu hissediyorum, acıyı. Beynimin her hücresiyle birleşiyor ve sevişmeye başlıyor önce beynimle sonra da tüm bedenimle. Zevk vermiyor, acıma acı ekliyor. Anlık değil üstelik hiçbiri... Başlangıç ve sonlar canlanıyor gözümün önünde, kulaklarımda "nasıl bu hale geldim?" soruları yankılanıyor. Bedenim uyuşuyor ve kaskatı kesiliyor acıdan, konuşamıyorum, bakamıyorum, baksam da göremiyorum. Acı beni ele geçiriyor... Nerede ve ne olduğumun önemi kalmıyor. Düşüncelerim kalıyor sadece, onlara yüklediğim anlamlar kalıyor. Acının verdiği etkiyle mi neyle bilemiyorum, olaylara inanılmaz anlamlar yüklüyorum. Bir adam diyor ya "Babamın öldüğü gün birine aşık olmuştum" diye, ben de babamın benim için öldüğü gün aşık olmuştum işte. O aşık olduğum anı hatırlıyorum mesela, sonra o adamın beni iyileştirdiğini hatırlıyorum, bir süre sonra beni öldürdüğünü hatırlıyorum gidişiyle... Arkasından ağladığımı hatırlıyorum, üzüldüğümü falan. O acı haliyle bunları düşünüyorum ilk sonra soruyorum kendime "o olmasa babanın ölümüne dayanabilir miydin?" diye, ağzımdan bir çırpıda "hayır" çıkıyor, kabulleniyorum olanları yavaşça, yıllardır yapamadığım şeyleri yapıyorum acılarıma sarılmak gibi, olaylara inanılmaz anlamlar yüklüyorum... Yaşamak için, yaşayabilmek için tanımı garip şeylere sarılıyorum, acılarıma sarıldığım gibi. Bir başka adamın dediği gibi "acılarımı kendim seçiyorum" anlamlarını da seçtiğim gibi. Şikayet etmiyorum acılarımdan ve anlamlarımdan, hatta kendimden... Şükrediyorum sadece sahtelikleri değil de gerçekleri yani acıları seçtiğim için, olaylara anlam yükleyip bir nebze de olsa yaşamak için sebep yarattığım için, şükrediyorum...

26 Temmuz 2012 Perşembe



"Ben çocukken o kadar sessiz ağlardım ki, bazen kendim bile fark etmezdim ağladığımı. Çoğu zaman gölgelere saklanırdım. İnsanların içine çıkınca da hep şirin, o başı okşanmak isteyen sevimli kız olurdum. Ben hep kendimi nasıl sevdirebileceğimi düşündüm, hiç kimsen yoksa kendini sevdirmek zorundasındır.

Babalarından şikâyet eden kızları can kulağıyla dinlerdim hep. Benim kavga edecek bir babam olmadı. Bana bağırıp çağıracak sonra da pişman olduğunda gelip ne diyeceğini bilemeyecek bir babam olmadı. Giydiklerime karışan bir babam olmadı. Okuduğum kitapları, seyrettiğim filmleri, dinlediğim müzikleri gizlice kontrol eden bir babam olmadı. Eve beş dakika geç kaldığımda başıma bir iş gelmiş olabileceğini düşünen bir babam olmadı. Erkek arkadaşım olduğunu öğrendiğinde dünyası yıkılan bir babam olmadı. Çevremin beni kötü yola düşürmeye çalışan adamlarla dolu olduğunu düşünen bir babam olmadı.

 Bütün kızların vardı, kavgalı olduğu bir babası ve hepsi bütün o kavgalardan sonra dönüp dolaşıp yine barışmışlardı babalarıyla. Birbirlerini anlamış, her şeyi affetmiş, eski günlere dönmüşlerdi. Çünkü bir kızın kalbi her zaman babasına aitti, babanın kalbi de kızına. Benim hiç kalbim olmadı..."

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Kimi kaybetmekten korktuysam gitti. Sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi devam etti hayatına hep karşımdaki kişi. Eminim hatırlıyordur yaşananları, gereksiz bir detay bile insan hayatında çok yer edici. Ben mi? Ben de devam ettim hayatıma, ruhumdaki izlerle birlikte. Her korktuğum katilim oldu, gidişiyle öldürdü beni. "Giderse gitsin" derler ya öyle değil işte, öyle olmuyor. En güçlü gözüken bile bir gidişle darmaduman oluyor. Ama kimse kabullenmiyor bunu, kabullenmiyor yaralarını, acılarını, izlerini... Dudaklarında olan saçma sapan sözlerle ve saçma bir gülümsemeyle konuşuyor "Giderse gitsin ya, kendi bilir." Yalanlar, avutma çabaları... Çoğu insan için "Hayat" bundan ibaret değil mi? Koca bir saçmalık ve yalanlar, işte sana "hayat" . Tam karşında, çıplak değil ama tam tersine sahtelikle kaplanmış... Gerçek olan "hayat" bu değil aslında. Bağıra çağıra ağladığın, gerçeklere sarıldığın, acıyı iliklerine kadar hissettiğinde yaşıyorsun aslında sen hayatı, hayat senin tuzlu göz yaşında aslında. İşte bak, şimdi hayat tam çıplaklığıyla karşında... Farkına varmak zor değil, izler açık seçik. Göz yaşını akıtmaktan neden korkuyorsun ki? Bırak aksın... İçindekini kusmanın en güzel yolu değil midir ağlamak? Birinin ardından üzülmek, ağlamak kimseyi küçük düşürmez. Saçma şeyler için bile ağlayabilmeli insan, acıyı hissetmeli. O zamanlarda anlar yaşadığını, boş olmadığını. Nereden mi çıkardım? Kendimden biliyorum... "Umursamıyorum, giderse gitsin çok da umurumda" tavırları küçültür insanı. Bak, bunu da kendimden biliyorum. Her zaman dürüst değildim hayatımda, bir süredir bu kadar ve hiç olmadığım kadar içtenim. Aynanın karşısına geçiyorum bazen, konuşuyorum kendimle. Hayır, hayır deli değilim. Yani o kadar akıllı değilim, anla işte. Konuşuyorum, konuşuyorum, konuşuyorum... Bazen ne konuştuğumu anlayamıyorum, sadece konuşmuş oluyorum. Yalnızlığımla alay edercesine konuşuyorum. Beni dinleyecek olan ben var işte. İzleri olan, terk edilen, acıyı yaşayan ben. İnsanın kendisiyle konuşması güzel. Sen denedin mi hiç? Dene bence. Gerçekleri biraz saçma bir dille anlattım değil mi? Olsun, böyle de iyi.

Her neyse...

Ben hep terk edildim, ediliyorum, edilmeye de devam edeceğim. "Giderse gitsin" demek adetim değil üzgünüm, sahteleşmeyeceğim. İliklerime işleyen acı sebebiyle gelen gözyaşımı seviyorum ben, hep de seveceğim... Benim dünyam gerçek, hayatım acı, kaybetmekten korktuğum ama gidenler katilim. Ruhumda çokça izlere sahibim, geçen ama izi kalan yaralarımın yerlerini ezberledim. Ne zaman bir parça güvende hissetsem, saçmalık olduğunu unutsam tepetaklak olacağımın bilincindeyim. Böyleyim ben ve bunu kendim seçtim. Gerçek başlangıcım, acı devam eden sürecim belki de bitişim...

24 Temmuz 2012 Salı

Yağmur yağıyordu, evindeydi. Müzik yerine yağmur damlalarının ahengini dinliyordu bugün. Sigarası dudaklarındaydı her zaman olduğu gibi, birası da tam yanında. Her dumanı içine çektiğinde içindeki sıkıntı daha da artıyordu. Bir yere bakıp oraya kitleniyor ve öylece kalıyordu. Beyni o kadar doluydu ki düşünemiyordu. Acıların ve gerçeklerin tam ortasında yer alan bir adamdı... Ama artık hiçbir şeyi fark edemediğini hissediyordu. Kaçmak istiyordu her şeyden, herkesten, hatta kendinden. Acılarını seven, onları kabullenen adam artık kaçmak istiyordu. Hiçbir şeye anlam yükleyemiyordu çünkü, yalanlara tahammül edemiyordu. Toparlanıp yıkılmaktan, dibe batmaktan yorulmuştu. Arıyordu dayanmak için birini yada bir şeyi ama bulamıyordu. Aramaktan yorulmuştu... Bir yandan da biri gelsin istiyordu, biri gelsin ve çıkarsın onu bu yerden, belki o zaman yalanlara bile katlanabileceğini düşünüyordu ama kimseye söyleyemiyordu. -Şş! Duymasın bu aramızda sır.- Sonra "Biri bana nasıl katlanır ki?" diyordu kendine. Kendi kendine konuşuyordu çoğunlukla ayna karşısında, yine geçti ve baktı aynaya, gördüğü sanki kendi değildi. Konuşmaya başladı; "Beynim birbirine yapışmış çamur parçacıkları gibi. Oysa ki kum gibi olsun istiyorum.Birlikte ama bir o kadar serbest, rahat... Düşünmeme engel oluyor bir şeyler, kontrolü kaybediyor ve gittikçe yiyorlar sanki beynimi, cesetlerin üzerine konan böcekler gibi hiç durmadan ve zevkle." dedi. Bakışları öyle derindi ki... Tekrar baktı kendine, gördüğü gerçekten kendisi miydi? "Ölüyüm ben." diyordu. "Canlı taklidi yapan bir ölü. Aslında hepimiz ölüyüz ama çoğumuz farkında değil." diyordu. Yine gerçeklere sarılmaya çalışıyordu. Ama olmuyordu, düşüyordu kolları... Kendini saramıyordu, yetmiyordu kendine, yetmiyordu hayata. Yok olduğunu hissediyordu içten içe. Saçmalıklar silsilesi içinde savrulup yok olduğunu hissediyordu. Kitlendi yine bir yere, saatler 00:00'ı gösterdiğinde adam 1 yaş daha yaklaşmıştı ölüme. Mum üflemek yerine sigarasını yakmayı tercih etti, içinde kimseye söyleyemediği dilekleriyle 1 yaş daha ilerledi...

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Yıllarca sevdiği de, katili de aynı olur mu bir insanın?
Hasret gözyaşları döktüğü insanla,
Nefret gözyaşları döktüğü insan aynı olur mu hiç?
Olmamalı...
1+1=1 eder mi hiç?
Hayat matematiğin kurallarını mı değiştirdi?
Herkes bambaşka yerlerde...
Sanki hiç olmaması gerektiği gibi bir düzende.
Yıllarca unutmaya çalıştığı lanet anıların sebebi ile,
Yıllarca izini sürdüğü şey aynı olur mu hiç insanın?
Olmamalı, olmasın...
Adalet olsun, her şey yerli yerinde olsun,
Saçmalıklar olmasın.
Dünya bu kadar lanet ve çekilmez olmasın...
Bir insanı hayata bağlayan en büyük şey ile
Hayatını sonlandırmasına sebep olabilecek şey aynı olmasın.
"Gelse toparlanacağım" diye düşündüğü şey ile
Onu en derin kuyulara atan şey aynı olmasın...
1+1=1 olmasın...
2 eder hep, öyle öğrendik biz.
Nasıl 1 ediyor şimdi?
Dünya buna nasıl müsaade ediyor?
Adalet olsun, matematiğin kuralları aynı olsun...
1+1=1 eder mi hiç?
Etmesin...
Lütfen, etmesin...

Siyah...

Canlı taklidi yapmaktan sıkıldım. Sadece uyuduğum anlarda rahatım -kabusların uğramadığı anlarda-. Nefes alıyorum, konuşuyorum, gülüyorum, ağlıyorum, uyuyorum, uyanmak istemesem de uyanıyorum, yiyorum - içiyorum... Sadece ağladığım ve uyuduğum anlarda "hayatı" yaşıyorum. Onun dışında olanların hepsi sahtelik, büyük bir boşluk. O anlarda korkuyorum yalnız, "yaşadığımı hissettiğim" için korkabiliyorum. Ölüler korkmaz ki... Bu aralar kendimde çözemediğim bir şeyler var, çoğu zaman yaşadığımı hissedemediğim gibi bazen acılarımı da hissedemiyorum. Oysa en çok hissetmeyi istediğim şeyler onlar. Yaşadığıma inanmak için kanıtım, taklitten ötesini yaptığıma en büyük kanıt acılarım. Beni terk etsinler istemiyorum, onları unutmak istemiyorum. Yaram geçse de yerini bileyim istiyorum. Çoğu şeyi anlayabilmemi sağlayan onlar çünkü, gerçekleri beraberinde getiren onlar. Hayatın Beyaz-Gri-Siyah üçgeninde değil de sadece siyah olduğunu anlayabildiğim anlar. Gri yok anlasanıza. Gri sizin hissizliğiniz. Beyazsa ne kadar koruyabilir kendini? Elbet kirlenecek, siyah onu ele geçirecek... Tek gerçek var "Siyah". İliklerime işleyen, beynimi dolduran, beynimdeki hücreleri kemiren siyah... Beni boğan, öldüren, yeniden doğuran ve terk etmeyen siyah... Benim "hayatı yaşamak"tan anladığım tek şey siyah. Siyah bizim acılarımız, korkularımız, gerçeklerimiz. İnkar edemeyeceğimiz tek şey; siyah. Küçük bir çocuğun babası tarafından terk edilmesi gibi siyah, kaybetmeyi simgeliyor her zaman, gerçekleri temsil ediyor. Görememize rağmen hissettiğimiz şey siyah, içimizdeki kötü his... Korkma siyahtan, beyazdan kork ama siyahtan asla. Siyahtan ötesi sadece ölüm, "beyazın sonu siyah, ne olacak işte" deme tüm bedenin sarılacak ve dibe çekileceksin beyazdan koparılmaya başladığın an, her şey birden kaybolacak, doğru bildiklerin yanlış çıkacak, yaşadığına inanıyorsun ya işte o zaman anlayacaksın nefes alan bir ölü olduğunu. Gerçeklerin tadına o zaman bakabileceksin... Siyaha kötü deme, ölü olduğunu kabullenmiş ve her şeyini kaybetmiş biri olacaksın sadece. Acıların olacak yanında, beynini dolduran bir siyahla birlikte. "Zaten canlı taklidi yapmaya çalışan bir ölüyüm, tek eksiğim o sonsuz uyku" diyebileceksin siyahın içinde. Siyah seni büyütecek ve asla terk etmeyecek o andan itibaren, daha fazla kirlenmeyecek. Sen, siyah ve siyahsa sen olacak... Benimle siyahta yaşamaya var mısın?

18 Temmuz 2012 Çarşamba



Hastaydı kadın, ölmeyi bekliyordu. Yatağının kenarında oturan sevgilisi tatsızdı, kabullenemiyordu biricik sevgilisinin hastalığını. Konuşmaya başladı kadın;

"Hepimiz öleceğiz işte, zamanı belli değil ama öleceğiz. Hiç ummadığımız bir anda olacak, hiç ummadığımız bir şekilde... Hani aşk için diyoruz ya çoğu zaman "hiç ummadığım zamanda geldi" diye işte ölümde öyle olacak. Ne olacağını anlamadan gideceğiz... Korkularımız, hayallerimiz, sevenlerimiz olmayacak yanımızda, tek başımıza ölmeliyiz. Ben yapacağım bunu, vaktim dolmuş ne yapalım? Uzun bir uykuya geçecek bedenim, ruhum çok şey beklerken... Ruhum senin yanında olacak hep, bedenim için sadece her şey bitecek diyorum, duymuyor musun? Belki 1 saat sonra öleceğim. Neden şimdi gözlerimin içine bakmaktan korkuyorsun? Tutsana ellerimden... Bak her pişmanlığı telafi edebiliriz ama bunu yapamayız. Lütfen bana bak ve gülümse, beynim bu anımın da fotoğrafını çeksin, hayat gözlerimin önünden film şeridi gibi akarsa o gülümsemene kitlenmek istiyorum. Her şeye rağmen inatla gülümseyen o yüzüne. Seni seviyorum."

Ne diyeceğini bilemedi adam sevdiği kadın bunları söylerken. O sımsıcak teninin buz gibi olacak olmasını, bir daha kahkahalarını duyamayacak olmasını, gözlerine bakıp dalamayacak olmasını kabullenemiyordu. "Neden o gitmek zorundaydı? Neden o? O kadar kötü insan varken neden o ölmek zorunda?" diye kendini yiyordu içten içe. "İyiler her zaman erken ölür" klişesi geldi aklına. Sevgilisinin elini tuttu ve baktı ona tüm sıcaklığıyla. Bir şeyler demesi gerekirken dudakları kilitlenmişti resmen. Yalandan gülümsemeye çalıştı başaramadı, gözlerinden iki damla yaş süzüldü yanaklarına. Elleriyle sildi kadın adamın gözyaşlarını ve tekrar konuşmaya başladı;

"Bak kızıyorum ama şimdi. Tüm gün ağlaşıp durmak istemiyorum. Son anlarım bunlar, bunun farkındayım ve korkmuyorum. Sen benden sonra da devam edeceksin, etmelisin. Beni unut demek değil bu bensiz de yaşa, anın tadını çıkar demek. Güçlü ol şimdi, her şeyi unutalım ve çıkalım şu hastahane odasından. Beni lunaparka götürecektin unuttun mu? Kaytaracağını sanıyorsan yanılıyorsun!"

Adam hayretle bakıyordu kadına; ölecekti ama hayat doluydu, her şeyi bırakıp gitmek zorundaydı ama her şeye sarılıyordu. Mutlu olmaya çalışıyordu tüm umutsuzluğa rağmen. Zorda olsa kabul etti adam, gidip doktordan izin aldı. Odaya girdiğinde ise tekrar hayrete düşmüştü. Saçları döküldüğünden beri hiç peruk takmamıştı sevgilisi, şimdi ise başında peruk ve üzerinde o nefret ettiği ama adamın sevdiği elbise vardı. Yüzünde ise ölüme meydan okuyan o gülümsemesi... Ağrılarını belli etmiyordu kadın son anlarının tadını çıkarmaya çalışıyordu sadece, sarıldılar sevgilisiyle birbirlerine. Lunaparka gelene kadar hiç konuşmadılar. Elleri birbirine kenetlenmiş, gözleri ise martılardaydı. Arabadan indiler ve ilk durakları dönme dolap oldu... Çocukluğuna dönmüş gibiydi kadın, ağrılarını unutmuş etrafa neşe saçıyordu. Adam sadece izlemekle yetiniyordu olanları. Böylesine hayat dolu bir insanın gidişini kabullenemiyordu işte. "Ölüşünü" diyemiyordu. Ölüm ona yakışamayacak kadar kötü bir kavramdı. Gidiş diyordu onun için. Bir gün ben de gideceğim yanına diyordu. Yalnız kalmayacak... Bindiler dönme dolaba, adamın ricasıyla en tepeye geldiği an duracaktı dönme dolap. Kadın başını adamın omzuna yasladı...

En tepeye geldiklerinde adam peruğundan öptü sevgilisini, duygularını kolayca ifade edebilen biri değildi deminden beri söyleyemedikleri dökülmeye başladı dudaklarından; "Seninle geçirdiğim hiçbir anı unutmayacağım, ne olursa olsun. Lütfen beni alıştırmaya çalışma gidişine, alışamam. Sen benim çocukluğumsun, gençliğimsin sen olmadan dayanabileceğimi düşünmüyorum. Benim tek ailem, tek aşkım, tek arkadaşım, tek kardeşim, tek dostum sensin. Bencillik olarak algılama dediklerimi, biliyorsun beni işte. Her şeyim sensin... Sen gitmek için çok iyisin. Gitmemen için her şeyi feda edebilirdim. Seninle gelebilmek için her şeyi feda edebilirdim, hemen yanına gelsem affetmezsin beni değil mi? Daha önce böyle demiştin, zamanını beklemek istemiyorum ben. Ne olur geleyim ben de seninle. Şimdi olduğu gibi bulutlara yakın oluruz yine. Martılar kadar özgür oluruz. Seni seviyorum..."


Kadın "sakın yapma, sen yaşamalısın. Seni seviyorum" dedi ve güçsüzleşti birden adamın elini tutan o ince eli. Bir daha adamın söylediklerine cevap veremedi... Gitmişti, lunaparkta, dönme dolapta, bulutlara en yakın yerde gitmişti. Bitmişti bedeni için hayatı, ruhu çok şey beklerken. Giderken gülümsemişti, gülüşü ölüme inattı sanki...



... But the strength I always loved you
Finally gave way...
Somehow i knew you would leave me this way
Somehow I knew you could never stay
And in the early morning light
After a silent peaceful night
You took my heart away
In my dreams i can see you
I can tell you how I feel
In my dreams i hold you
It's feel so real...
And still feel the pain
I still your love
I stil feel the pain
I still feel your love
Somehow i knew you could never, never stay
Somehow i know you will leave me...

17 Temmuz 2012 Salı

Ya ben her şeyi çok önemsiyorum ya da her şey önemsiz... Ya ben çok nefret doluydum ya da diğer insanlar sevgi... Sanki bir denge yok, orta yok. En azından benim dünyamda... Saçma sapan kahkahalar, saçma sapan sevgi sözcükleri, saçma sapan dertler, saçma sapan yalanlar var. Ve şuan yazdığım gibi saçma sapan yazılarım. Değişmiyor hiçbir şey, değişmeyecek. Çünkü bazıları eğmiş başını önüne kaldırıp bakmıyor. Bazıları at gözlüğü takmış, baksa da görmüyor. Kaldırdım başımı ben, çıkardım gözlüklerimi. Gördüklerim hoş değil belki, ama gerçek... Her şey o kadar tuhaf ki... Tuhaf olduğu kadar komik, komik olduğu kadar acı, acı olduğu kadar gerçek... Acı zaten gerçek. Boşuna dememişler "gerçekler acıdır" diye. Saçma sapan şakalara alet edilen o söz "gerçek". 1.5 aydır o kadar değiştim ki bazen ben bile inanamıyorum kendime ve düşüncelerime. Berbat bir başlangıçla yürümeye başladım ve bir sona yürüyorum, onun da berbat olması muhtemel. Ama korkmuyorum. Yanlışlar yapa yapa, acılara baka baka, saçma sapan kahkahalardan uzaklaşarak gidiyorum ve tek başına... Gözlüklerim arkada, başım dik yürüyorum. Bazen söylediklerim saçma geliyor insanlara, delirdiğimi düşünüyorlar. Delirmiyorum ki... Sadece uzaklaşıyorum saçmalıklardan, siz yalanlarla yaşamayı seçiyorsanız ben ne yapabilirim ki? Anladığıma yada hissettiğime dair rol yapmayı bıraktıysam, içimden geldiği gibi davrandıysam, bomboş bir şeye gülmediysem ve bunların yerine gerçekleri tercih ettiysem deli mi sayılıyorum ben şimdi? Eğer böyle düşünüyorsanız üzülürüm. Ben deli değilim ve deli olmak da istemiyorum çünkü. O kadar akıllı, korkusuz ve farkına varılmayan şeylerin farkında olmayı kim ister ki? Hepiniz öyle tatlı bir uykudasınız ki... Şş, sessiz olun, kimseyi gerçeklere ve deliliğe uyandırmayın. Ben gerçeklere uyandım, siz biraz daha uyuyun burası "acı"...

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Değerimi mi kaybediyorum yoksa hep mi değersiz biriydim bilemiyorum. Kendimi çok yüksekten düşüyor gibi hissediyorum. Sanki sığınağım işgal edilmiş, her şeyim yağmalanmış ve beni yüksek bir tepeden atmışlar gibi... Gözümün önünden geçiyor her şey düşerken. "Nasıl böyle oldu?" sorularına bir cevap bulamıyorum çoğu zaman ama "nasıl böyle oldum?" sorularına hep cevaplarım ve bahanelerim var. Düşüyorum... Bu düşüşün sonunda ölecek miyim yoksa daha önceleri olduğu gibi yerden küçük sıyrıklarla kalkabilecek miyim bilemiyorum. Yaralarımı saracak kimse yok... Gözümün önünden sadece kötü anlar geçiyor. Tek gerçek onlar olduğundan, hiç "gerçekten" gülmediğim için belki de. Kim olduğumu, hislerimi daha çok sorguluyorum düşerken. Düştüğüm an eğer ölürsem gözlerim açık gitmeyeyim diye gerçeklere yani acılarıma sarılıyorum. Başka hiçbir şeyim yokmuş gibi... Çünkü tüm o sahte duygulardan, büyük yalanlardan ve rol yaptığım bütün anlardan sıyrılıyorum... Düşmek kötü belki, hem de yükseklerden... Ama arınıyorum işte şuan, her zamankinden daha gerçeğim ben ve daha çok hissediyorum. Düşüşümün ne getireceğini bilmeden "yaşıyorum" bu düşüşü. Gerçekten "yaşıyorum" diyorum. Yaşıyorum şuan, birçok insandan daha fazla hem de... Daha çok canım yanıyor gerçekleri gördükçe ama şikayet etmiyorum canımın acımasından, iliklerime kadar işlemesinden. Yanlışlarıma ve acılarıma sarılıyorum... Canım acıdıkça daha önce görmezden geldiğim her şeyi daha net görüyorum. Bak, böyle devam ederse birazdan ya tam gerçeklerin ortasına düşüp öleceğim yada bir gerçek daha öğreneceğim...
Herkesin dudaklarında saçma bir söz "anladım, anlıyorum seni." Zerre kadar anlamadığın birine sırf o an konuyu geçiştirmek adına yada iyi hissetmesi sağlamak adına söylenen koca bir yalan, koca bir saçmalık... Kendimizi bile çoğu zaman anlamazken nasıl oluyor da karşımızdakine bunu söyleriz ki? Nasıl olur da onun duygularını, gerçeklerini yükleniriz? Anlamak bu mu yani, saçma sapan bir sözden ibaret mi? Saçmayız, hatta saçmalığın danikasıyız... "Anlıyorum" 4 hece, 9 harf... Gerçeklik payının yüzdesi harf sayısına bile eşit değil. En basit örnekle bu kadar sahteyiz işte. Bu kadar yalancıyız, hatta bu kadar benciliz kaçıyoruz çünkü anlamamak için direniyoruz... Kendimizi düşünüyoruz... Ha birine "seni anlıyorum" demişsin, ha bir turiste Türkçe bir şeyler söylemişsin ikisi denk benim için. Her "anladım" ve "anlıyorum"u duyduğum an biliyorum anlaşılmadığımı ve anlaşılmayacağımı. Beni "anlıyor musunuz?" Ben kendimi anlamıyorum çoğu zaman. Yalanları bıraktım. Siz de bıraksanız?

12 Temmuz 2012 Perşembe



Önce birbirine sımsıkı sarılmış olan bedenleri ayrıldı birbirinden, sonra elleri... İkisinin de eli birbirlerinin yanaklarına gitti, ayrılık yaşını silmek için. Neden diyordu ikisi de. "Neden?!" Neden şimdi adam sevgilisini bırakıp gidecekti o gemiyle? Neden kadın adamı bir daha göremeyecekmiş gibi korkuyordu? Neden?.. Her şey bir soruya dayanıyordu. Cevapları saçma olan soruya... Konuşmuyorlardı hiç, konuşamıyorlardı... Konuşmaya da ihtiyaçları yoktu pek. Gözleri ve gözlerinden akan yaşları, titreyen elleri, vücutları anlatıyordu her şeyi. Korkularını, özlemi, şimdiden onları tepeden tırnağa sarmış yalnızlığı... Adam o gemiye binecek ve sanki her şey bitecekti. Yaşanan her şey bir masal tadında rüyalarına girecekti... Sanki o an rıhtımda iki beden, ağrıyan iki kalp ve çokça yalnızlık vardı...

"Gitme" dedi kadın gözlerinden akan yaşlar eşliğinde, "Gitme kal benimle. Gidersen dönmezsin bir daha, dönemezsin. Yalvarırım gitme illa gidilecekse beraber gidelim ama sen ne olur yalnız gitme." Boğazındaki düğümler bir kat daha arttı ve sustu yine. Gözyaşları devam etti anlatmaya. Unutulmaktan korkuyordu kadın, yerini başkalarının almasından korkuyordu. Çaresizdi... Gitmek zorundaydı adam, o da istemiyordu gitmeyi ama başka çaresi yoktu. Herkes hayat denen şeyde yaprak gibi savruluyordu şimdi adamın da savrulması gerekiyordu. Nasıl karşı gelebilirdi hayata, rüzgara? Çalışmak için gidiyordu geminin götüreceği o uzak diyara... Tutunamamıştı bulundukları şehirde bir işe, tek yol gitmekti. Gidecekti, iş bulacaktı biraz çalışıp küçük bir ev tutacaktı, bahçeli... Hep hayal ettikleri gibi yapacaktı her şeyi; bahçede hanımeli, mor salkımlar, renk renk güller olacaktı belki bir de 1-2 meyve ağacı.. Her gece o çiçekler arasında yatıp yıldızlara bakacaklardı... Evi tutup, bahçeyi de hazırladıktan sonra alacaktı yanına sevdiğini ve aralarına ölüm girene kadar bırakmayacaktı... Bunlar için gidiyordu adam, bunlar için gitmeliydi. Hayallerini hatırlattı sevdiğine, sevdiğinin içindeki yangın sönsün diye... Kendi içindeki yangını söndüremeyecekti ama sevdiği rahat etsin istemişti. Her şey onun için değil miydi? "Ağlama artık" dedi. Çocukluğundan beri boynunda taşıdığı kolyeyi çıkardı adam, kadının ince boynuna taktı. "Sakın çıkarma bunu ben seni almaya gelene kadar. Hep beni hissedeceksin bununla. Ona baktıkça beni hatırla, düşlerimizi, martıları seyredişimizi hatırla. Seni sevdiğimi, ölene kadar seveceğimi hatırla... Geleceğim ben. Alacağım seni yine kollarıma." dedi ve öptü kadını, büyük bir tutkuyla... Gemiye binme vakti gelmişti. Yeni ufuklara açılmanın, sevdiğini geride bırakmanın ve hayallere yaklaşmanın vaktiydi bu... "Söz veriyorum" dedi adam ve ekledi "Döneceğim ve seni alacağım yanıma... Seni seviyorum." Sarıldılar, son kez... Ve bindi adam gemiye kadının kalbiyle...

Kadın gözlerinde yaşlarla el salladı bir süre giden sevgilisinin ardından. Uzun bir süre baktı geminin arkasından, sonra gözyaşlarını sildi ve biraz dolaştı etrafta. Bir banka oturdu ve martıları izledi. Aklı, kalbi sevgilisindeydi eli ise boynundaki kolyede "dönecek" diyordu "dönmeli"... Hava kararınca eve döndü, o sessiz, boş, anlamını yitiren eve. Birkaç saatte evi, çocukluktan beri yaşadığı semt, bu şehir anlamını yitirmişti. Yağmur başlamıştı dışarıda, yağmurlu bir günde tanıştıklarını anımsadı ve eli yine kolyeye gitti. Koltuğuna oturdu ve açtı televizyonu, içi sıkılıyordu. Haberler vardı... İlk başta kulak vermiyordu ama sonra bir haber ilgisini çekti, televizyonun sesini açtı.

"Bugün 16:00'da İstanbul'dan kalkan yolcu gemisi bilinmeyen bir sebepten dolayı patladı. Henüz kurtulan var mı bilemiyoruz. Gelişmeler birazdan."

Öylece kalmıştı oturduğu yerde. "Olamaz, o değildir. O dönecek! Hayır hayır kötü düşünmemeliyim o değildir!" diyordu. Sımsıkı tutmuştu kolyeyi ve istediği olmayan bir çocuk gibi ağlıyordu şimdi. Bir şeyler yapması gerektiğini düşündü ve fırladı evden yalın ayak... Yağmur iyice bastırmıştı, birkaç adım uzaklaşınca yığıldı yere. Ağlıyordu, bağırıyordu ama kimse duymuyordu onu. Yağmur siliyordu gözyaşlarını... Sabahtan beri hep sorduğu gibi yine "neden?" diyordu "neden? neden gitti... Neden beni de almadı? Birlikte olacaktık biz" diyordu. Sonra kaybetmişti kendini. Gözlerini bir hastahane odasında açtı. İlk kelimesi onun adı olmuştu... Ama artık o yoktu...

Aradan çok uzun yıllar geçmişti. Saçları bembeyaz, ellerinde ve yüzünde kırışıklıklar boynunda da hala o kolye vardı. Bir kere olsun çıkarmamıştı. Çok denemişti onun yanına gitmeyi ama her seferinde birileri yoluna taş koymuştu. O da bekliyordu şimdi "doğru" zamanı... Her gün o rıhtımda, tam ayrıldıkları yerde, gözünde yaş ve boynunda kolye bekliyordu gemiyi onu da alıp götürsün diye...

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Bazen hasret kaldığım bir tebessüm şekil alıyordu dudaklarımda. Yıllardır içimde büyüyen boşluk sanki bir parça kapanıyordu. O saçma bulduğum güven duygusu yeniden çalıyordu kapımı. Her seferinde hem üşeniyor, hem korkuyordum kapıyı açmaya, çünkü açtığımda her şey değişecekti biliyordum. Sonunu da biliyordum hatta, hüsran... İnsanlar farklı, sözler farklı, davranışlar farklı, hikayeler farklı olabilirdi elbet ama son hep aynıydı. Ya ben sevemiyordum karşımdakini, ya karşımdaki sevemiyordu beni. Bazen indiriyordum gardımı, başlıyordum bazılarını sevmeye hepsini farklı yerlere yerleştiriyordum kalbimin odalarında. Küçük bir çocuğun oyuncağını kaybetmekten korkması gibi korkuyordum ben o kalbimin odalarına koyduğum insanları. Çoğuna söylediğim, sorduğum şeyler hep aynıydı belki, ama hepsi de o anın güzelliğini, o kişiyi kaybetmekten korktuğum içindi... Her kişi için duyduğum korku parmaklarım kadar, bulundukları odalar kadar farklıydı birbirinden. Çocukluğumdan beri kaybeden biriydim ben. Her geçen gün artıyordu kayıplarım, hala da artıyor zaten... Kayıplarımı engellemek için saçma sapan sorularda, sözlerde arıyordum belki teselliyi. "Bak, düşündüğün gibi değilmiş." diyordum kendime istediğim cevap geldiğinde, küçük bir çocuğu avuttuğum gibi avutuyordum kendimi. Şekerle avunma yaşını geçtiğimden beri bunu yapıyordum hep, hiçbir şey elimde değildi ki... Elimde olacak mıydı ondan bile bihaber yaşamaya çabalıyordum işte. Bir gemi bekliyordum ben ve "o gemi gelecek!" diyordum. Belki dünyanın diğer ucundan, belki yarım saatimi harcayarak ulaşacağım bir mesafeden... "Biri gelecek o gemiyle birlikte" diyordum "o gemiyle birlikte biri gelecek, yaralarımı saramayacak belki ama gelecek ve varlığı benim için bir mucize olacak. O gün inanmaya başlayacağım mucizelerin varlığına." diyordum.  Hayattaki her şey mucizeydi ama onları bile görmezden geliyordum. Her şeyin gördüğümden farklı olduğunu, daha güzel olduğunu düşünüyordum. Artık gözümde bu anlattıklarımın değiştiğini, aynı olmadığını düşünmeyin, hala aynıyım ben. Ne ileri gidiyorum ne geri... Hala aynıyım... Arada bir dilek tutuyorum ve sayıyorum sonsuzdan geri... Saymam bitmeden her şey, herkes kayıp gidiyor avuçlarımdan, yakalayamıyorum, tıpkı dileğim gibi... Hala uslanmıyorum, kalbimin odalarını dolduruyorum korkusuzca, sonra korku kaplıyor beynimi, kalbimi, tüm bedenimi... Hala uslanmadım ve hala aynıyım... Rüzgarın savurduğu bir yaprak gibi yaşayacağım ve o uslanmayan çocuk olacağım...
İlaçlar olmadan duramaz olmuştu ayakta. Onu sersemleten şeylere gün geçtikçe daha çok bağlanıyordu. O küçük hapları yutmadan önce bakıyordu onlara uzun uzun, "Bunlar mı saracak yaralarımı?" diyordu onlara ne kadar ihtiyacı olduğunun farkında değilmiş gibi... İlaçlarına bakarken bir gülümseme oluşuyordu yüzünde alaycı ve içten... Neden mi içten diye tanımladım? Çünkü gülümsemeleri acı ve alaycı olmadığında oyunculuğun gerektirdiği gülümsemeyi takınıyordu dudaklarına. Sanki iki ip vardı dudaklarının kıyısında, kaygıları ve korkuları çekiyordu o ipleri yukarıya doğru ve o gülümsüyordu. Anlamsızca... Kendiyle kalabildiğinde kurtulabiliyordu o iplerden. Makyajıyla beraber temizliyordu iplerini. Temizliyordu temizlemesine ama her sabah tekrar makyaj yaptığında iplerini yeniden yerleştiriyordu yerlerine. Asık suratı binlerce sorunun sebebi olacaktı ve onun sorulara cevap verecek takati yoktu. Ara ara kabuk tutan yarası daha da derinleşecekti. Usta bir matematikçi gibi hesaplıyordu olacakları, insanlardan göreceği tepkileri. Ona göre ayarlıyordu iplerinin gerginliğini yada gevşekliğini. Kimse bilmiyordu içinde ne gibi fırtınaların olduğunu, bir oyuncak bebekten farkı yoktu yüzündeki o gülümsemesiyle, fark etmiyorlardı içinde neler yaşadığını. Kimse tanımıyordu onu. Tanıdıkları sadece doktorunun verdiği birkaç küçük beyaz hapla, ipleriyle ve hesaplarıyla yaşamını sürdüren biriydi. Çevresindeki herkesin o daha makyajını temizlemeden unuttuğu biri... Hep gülümsediğinden ve "ben çok iyiyim, hiçbir şey beni yıkamaz" rolünü başarıyla oynadığı için karanlık çöktüğü an hatırlanmıyordu belki kimseye ihtiyacı yokmuş gibi davrandığından... Belki de kimse gözlerine bakmadığından... Gözlerine baksaydı aslında biri hiç ışıltı olmadığını, acıdan kıvrıldığını fark ederdi. Hem fark edilmek istemezdi, hem fark edilmeyi beklerdi. Küçük beyaz ilaçları, ipleri, makyajı, hesapları,  her gün oynamak zorunda olduğu bir rolü ve çelişkilerin olan biriydi. Uzun saçları, ipleri, makyajı ve rolü ile tam bir oyuncak bebekti...

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Çok uzun bir rüya oldu bu, bir an önce uyanmam lazım. Biri beni uyandırabilir mi? Hatta o uyandırsın beni, ayağımdan öpsün yine hep yaptığı gibi. Ben yine kaçayım ondan ama yanımda olsun. Korkuyu ve güveni, masumiyetimi ve kötülüğümü aynı bedende hayat bulmuş olarak göreyim bir kez daha. Söz, uyanırsam sarılacağım ona bu sefer. Unutmak üzere olduğum kokusunu içime çekeceğim. Yaşayamadıklarımızı yaşamak için daha çok çaba göstereceğim. Lütfen her şey sadece bir rüya olsun. Uyandığımda derin bir "oh" çekeyim. Ona anlatayım hatta, lütfen her şey sadece bir rüya olsun. Kötü bir rüya...